Bir kitap üzerinden 28 Şubat’a bakmak

SİYASİ anı kitaplarının önemli bir yararı, geride kalmış olaylara belli bir süre geçtikten sonra yeniden, ancak bu kez duygularınızdan arınarak daha soğukkanlı, daha mesafeli bir şekilde bakabilme imkânını sunmasıdır.

Haberin Devamı

Prof. Tansu Çiller’in önce başbakanlığı, ardından dışişleri bakanlığı sırasında basından sorumlu başdanışmanlığını yapan ve o dönemde yaşanan gelişmelere, onun yanında yakından tanıklık eden Mehmet Bican’ın “28 Şubat’ta Devrilmek” başlıklı kitabını böyle bir bakışla okudum.
Toplam 430 sayfa tutan ve tanıklık edilen olayların objektif bir aktarımına dayanan kitabın bugüne dönük uzantıları, sonuçları da olan ana izlekleri üzerinde şu gözlemleri yapmak istiyorum.

Çiller’in askerle yakınlaşması

Bütün gelişmelerin temel dokusunda yatan belirleyici tema, Türkiye’nin 1990’lı yıllarına damgasını vuran ve ülkenin bütün enerjisini tüketen merkez sağdaki DYP-ANAP kavgasıdır. Bu kör dövüşü, Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunlar üzerinden geriye dönük bakıldığında “sürreel” (gerçekötesi) bir kurgu gibi gözüküyor.
Kitap, 1990’larda asker-sivil ilişkileri bakımından değerlendirmeye katılması gereken önemli bir gelişmenin de altını çiziyor. Bu gelişme, 1993 yılında ciddi bir siyasi tecrübesi olmadan Türkiye’nin dümenini eline alan Tansu Çiller’in, iktidarının ilk döneminde terörle mücadeleye öncelik vermesiyle birlikte artan ölçüde askere yakınlaşması, bu kesimi giderek iktidarının ana destek zeminlerinden biri olarak değerlendirmesi ve onları vitrine çıkarmasıdır.
Askerler, kendilerine açık bir çek veren kadın başbakanın kuvvetli desteğini büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Kitabın dikkat çektiği ilginç bir nokta, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Çiller’le askerler arasındaki yakınlaşmadan o günlerde ciddi bir tedirginlik duymasıdır.
Bir başka önemli gözlem, basının Çiller’e dönük tutumuyla ilgili. Çiller yönetim tarzıyla, üslubuyla eleştiriyi ne kadar çok hak ederse etsin, kendisi ve ailesi hakkında yapılan bazı yayınlarda -özellikle son dönemde- ölçünün hayli kaçırıldığı söylenebilir. Bir mafya liderinin (Alaattin Çakıcı) televizyona çıkarılıp Tansu Çiller’e olmadık hakaretler ettirilmesine alkış tutulması ve böyle bir yayının ifade özgürlüğü olarak savunulabilmiş olması, bu tutumun en düşündürücü örneğidir.

Çiller 28 Şubat’ta ne yaptı

Bican’ın 28 Şubat dönemine ilişkin aktarımları, krizin DYP zaviyesinden nasıl yaşandığını gösteren ve çarpıcı anekdotlarla desteklenen geniş bir döküm sunuyor. Çiller’in 28 Şubat 1997 tarihinde MGK’da alınan kararlardan bir rahatsızlık duymaması, irtica ile mücadele amacıyla getirilen önlemleri içtenlikle benimsemesi bu çerçevede hatırlatılabilir.
Asıl ilginç nokta, Çiller’in 28 Şubat Kararları’nın yarattığı siyasi krizi, başbakanlığı Prof. Erbakan’ın elinden bir yıl erken alabilmek için bir siyasi manivela olarak kullanmış olmasıdır. Çiller’in Erbakan’ı başbakanlığa ikna etmekte başarılı olan bu stratejisi, Cumhurbaşkanı Demirel’in başbakanlığı ANAP Lideri Mesut Yılmaz’a vermesiyle boşa çıkmıştır.
O dönemdeki tartışmalara bakıldığında, istisnalar hariç tutulursa, merkezdeki siyasi aktörlerin önemli bir bölümünün askerlerin 28 Şubat’ta MGK üzerinden yaptığı hamleden bir rahatsızlık duymamış olması, aksine bu kararlar üzerinden birbirlerine karşı pozisyon alarak siyaset yapmaya devam etmesi, o yıllarda hâkim olan siyasi kültürü anlatan bir durumdur.

Erbakan’ın açtığı parantezlerin kapanışı

O dönemde Refah-Yol koalisyonu içinde çatlak yaratan başlıklar arasında imam hatiplerin ortaokul aşamasında açılıp açılmaması, Taksim Meydanı’na cami yapılması, kamuda türban yasağının kaldırılması gibi dini sembollerle yakından ilgili konular geniş bir yer tutuyor. Erbakan’ın bu başlıklarda atmak istediği bütün adımlar, koalisyon ortağı Çiller’e çarpmış ve hayata geçirilememiştir.
Bugün AK Parti’nin özellikle 2011 seçimlerinden sonraki icraatına baktığımızda, Erbakan’ın o dönemde açtığı parantezlerin bugün eski öğrencileri tarafından tek tek kapatılmakta olduğunu görüyoruz.
Bir noktaya daha dikkat çekelim.
Refah-Yol nedeniyle Türkiye büyük bir krizin içinde seyrederken, Çiller’in Dışişleri Bakanı olarak sıkça AB genişlemesiyle ilgili toplantılara katılmak üzere

Avrupa başkentlerine gitmesi

o döneme özgü çarpıcı bir paradoksu gösteriyor.
AB kendi geleceğini tasarlarken, Türkiye’nin çok değerli bir zamanı kendi içine kapanarak, krizler ve kavgalar içinde savrularak değerlendirdiğini bir kez daha görüyoruz Mehmet Bican’ın kitabını okurken.
Yoksa biz Türkler o yıllarda ayrı bir gezegende mi yaşıyorduk?

Yazarın Tüm Yazıları