DOĞRUSU, geçen sonbaharda gösterimde olduğu sırada bu filmi pek fark ettiğimi söyleyemem.
Geçenlerde bir hafta sonu evde DVD’sinden izledim “İki Dil, Bir Bavul” filmini. Bitirdiğimde, kuvvetli bir dürtüyle baş başa kalmıştım. Bu dürtü, filmin bende tetiklediği duyguları ve düşünceleri kâğıda dökmem gerektiğini söylüyordu. DVD’nin “oynat” düğmesine bastığımda, filmi bir kurgu olduğunu varsayarak izlemeye başladığımı itiraf etmeliyim. Başlangıç sahnelerini bu düşünceyle izledikten sonra yavaş yavaş filmin kurmaca olmadığını anlamaya başladım. Dersliğin içindeki küçük Kürt çocukları, bütün ürkeklikleri, çekingen gülüşleri ve mekânla olan kopukluklarıyla o kadar sahiciydiler ki... Kimsenin rol kestiği falan yoktu bu filmde. Gerçek, Şanlıurfa’nın Siverek İlçesi’nin Demirci Köyü’ndeki dersliğin içinden çıkıp bütün çıplaklığıyla sizi kuşatıyordu. FİLMDE HER ŞEY DOĞAÇLAMA OLUNCA Bitirdikten sonra filmin tasarım ve çekim aşamaları hakkında bilgilenmek ihtiyacını duydum. Yönetmenler Orhan Eskiköy ile Özgür Doğan, Güneydoğu’ya atanan bir öğretmenin öyküsünü bulunduğu mekânda doğrudan belgesel olarak çekmeyi tasarlamışlar. Muhtelif arayışlar sonunda aradıkları genç öğretmeni tesadüfen Şanlıurfa Öğretmenevi’nin bahçesinde bulmuşlar. Eskiköy’ün anlatımıyla, öğretmen o sırada “kafasını ellerinin arasına almış, ‘Benim burada ne işim var’ der gibi kara kara düşünmektedir.” Öğretmen projeye katılmayı kabul eder, yerel bürokrasiden gerekli izinler alınır. Köy muhtarı ve ailelerin ikna edilmesinden sonra filmin çekimine geçilir. Filmin çekimi 2007 Eylül’ünde başlayıp 2008 Haziran ayında karne verilmesiyle sona erer. Ekip, belli aralıklarla düzenli bir şekilde köyde kalarak çekimi tamamlar. Bir senaryosu yok filmin; bütün konuşmalar doğaçlama bir şekilde gelişiyor. Zaten bütün gücünü de doğallığından, sahiciliğinden alıyor “İki Dil, Bir Bavul”. Karşınıza çıkan, orasından burasından bükülmüş, çekiştirilmiş, bir açıya göre istikamet almış bir gerçek değil. Hayatın bizzat kendisi ve onu kabullenmek dışında başka bir seçeneğiniz de yok. DENİZLİ’DEN SİVEREK’E GİDEN YOL O gerçeğe gelirsek... Film, köye atanan öğretmenin tek derslikli “T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Demirci İlkokulu”na gelip mekânı keşfetmesiyle başlar. Türk bayraklarıyla süslenmiş karatahtanın hemen üstünde bir Atatürk fotoğrafı vardır. Fotoğrafın sağında Mehmet Âkif’in İstiklal Marşı, solunda ise Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”si, yanda da alfabenin asılı olduğu klasik bir ilkokul sınıfıdır öğretmeni karşılayan. Önce tek tek evleri dolaşıp velilerle konuşarak sınıfı toparlamaya çalışır öğretmen. Ve ilk ders gelip çatar. “Adım Emre, soyadım Aydın, Denizliliyim ben bu arada...” diye tanıtır öğretmen kendini çocuklara ve devam eder: “Taa Denizli’den buraya geldim. Daha önce öğretmenlik yapmadım yani, ilk kez başlıyorum. Nasip sizleymiş bak...” Sorun, sınıftaki öğrencilerin önemli bir bölümünün Türkçe bilmemesidir. Konuştuğu öğrenciden “evet” yanıtı yerine Kürtçe “eri” yanıtını alır; ardından “Sınıfta Kürtçe konuşmayın, Türkçe konuşun, sekiz yıl dersleri Türkçe yapacağız” der öğretmen. Peki Türkçe bilmeyen çocuklarla nasıl Türkçe konuşacaktır? Türkçe bilen diğer çocuklardan çeviri yardımı almak zorundadır. BELGESELİN GETİRDİĞİ ZOR SORULAR Belgeselin ana izleği öğretmen ile öğrenciler arasındaki ilişki üzerinde yürüyor. Denizli şivesiyle konuşan, öğrencilere sevecen bir şekilde yaklaşan, ancak bazılarıyla ortak bir dili paylaşamadığı için ciddi bir iletişim sorunu yaşayan bir öğretmenle, onu hep meraklı gözlerle ama biraz geride durarak izleyen öğrenciler... Denizlili öğretmen, film boyunca içinde bulunduğu ortamın kendisi için çok farklı bir doku olduğunu, hatta bir yabancı gibi görüldüğünü kuvvetli bir şekilde hissediyor. Bahçede 23 Nisan marşının söylenmesi, Türkçeyi zorlukla telaffuz eden çocuklara öğrenci andının ezberletilmesi, yıl sonunda öğrencilere karne verilmesi gibi sahneler bütün keskinliğiyle sizi çarparken pek çok soruyu yöneltmekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. “Öğretmenle öğrenciler arasındaki ortak payda nedir?”, “Öğretmenin buradaki çabası nafile midir?” gibi bazı zor sorular birden asılıveriyor önünüzde. Tam bir yıl süren gönülsüz bir Kürt açılımının rafa kaldırılmasının ardından PKK terörü yeniden yayılmaya başlarken, “Neden?” sorusunu soran vatandaşlara anlatacak çok şeyi var bu belgeselin. “İki Dil, Bir Bavul” gerçeğin tartışılmaz gücüdür aslında, bütün rahatsız ediciliğiyle...