Paylaş
Ama dikkatli olun, siz onu romanın baş kahramanlığına yerleştirirken, sırf size oyun olsun diye kurguladığınız romanın içinden her an kaçıp gidebilirdi.
Aslına bakarsanız kendisini anlatmaya çok düşkün biri değildi. Eşref saati geldiğinde parça parça anlatırdı ve hepsini yan yana getirip bilmecenin parçalarını birleştirmeye çalıştığınızda karşınıza çıkan kuvvetli ve bir o kadar da renkli hayat öyküsü, hem sizi hayran bırakır, hem de onunla ilgili kafanızın biraz daha karışmasına yol açardı. İleride sizi bekleyen başka sürprizlerin de olduğunu hissederdiniz.
Liseyi bitirdiği dönemde henüz çocuk sayılabilecek bir yaşta Urfa’da her şeyi geride bırakıp neden İstanbul’a gitme kararı almış olabilirdi ki? Uzun bir otobüs yolculuğunun ardından İstanbul’a geldikten sonra bu şehirde tutunmaya çalıştığı günler başlı başına dramatik bir öyküydü. Yaşamını idame edebilmek, ayakta kalabilmek için elindeki tek geçerli araç, icra edebileceği sanatıydı, yani kanun çalmak... Evet, herkes onu kemancı olarak bilir, ama ana enstrümanı kanundu. Beyoğlu’nun arka sokaklarında müzisyenlerin buluştuğu kahvelere giderek iş bulabilmek için şansını deneyecekti.
Nedense İstanbul’da olmamıştı. Daha sonra başkent Ankara’da karar kılacak ve kendisinin ülkenin en tanınmış köşe yazarlarından biri olmasına uzanacak öyküsü burada yeni bir başlangıç yapacaktı. Sonradan İstanbul’a hep mesafeli durmuş, bu şehirde yeni bir hayata başlaması için kendisine açılan kapılardan girmemeyi tercih etmişti. Bana sorarsanız, İstanbul’a güvenmiyordu.
*
Ankara’ya dönersek, öykünün buradaki bölümünde önce hukuk, ardından gazetecilik fakültesi öğrencisi olarak geçimini çıkarabilmek için geceleri müzikli mekânlarda sahnede kanun çalan genç bir müzisyen kimliğiyle karşımızda beliriyor Bekir Coşkun.
Hatta bir gece çalıştığı mekâna gelen Zeki Müren’in de dikkatini çekecek, ünlü sanatçı sahnedeki genç kanuninin üniversite öğrencisi olduğunu öğrendiğinde onu yanına çağırıp sohbet edecektir. Zeki Müren, sabahlara kadar çalışmasının öğrenimini aksatacağını düşünüp, daha erken saatlerde çalabileceği bir mekân ayarlayacaktır kendisine. Bu müdahalenin sonucu akşam makul saatlerde sahne aldığı Maltepe’deki bir aile bahçesinde çalmaya başlar, yeni katıldığı saz heyetiyle birlikte.
Onun aklında ise bir an önce sahneden inip gazeteci olmak vardır. Ankara’da Rüzgarlı Sokak’taki küçük tirajlı gazetelerde foto muhabirliğiyle başlayan gazetecilik sevdası onu Türk Haberler Ajansı’nda parlamento muhabirliğine kadar taşıyacaktır.
*
Yollarımızın ilk kez kesişmesi de Olgunlar Sokak’ın Atatürk Bulvarı ile köşesindeki binanın ikinci katında bulunan Türk Haberler Ajansı’nda (THA) oldu. Rahmetli Erdoğan Örtülü ajansın Ankara Temsilcisi’ydi. Ben ajansta başladığımda Bekir askerdeydi ve büroda hikâyeleri bir efsane gibi anlatılıyordu. Sonra askerden çıkıp geldi, 1976 sonu ya da 1977 başı olmalı. Her sabah önce büroya uğrar, ardından yürüyüş mesafesinde olan TBMM’ye geçerdi. Çok renkli biriydi. Bu arada değişik bir tarzı vardı, mesela siyah gömlek üzerine kravat takması dikkatimi çekerdi.
THA bürosunun bulunduğu binanın zemin katında o zamanlar Ankara’nın gece hayatının önde gelen mekânlarından Feyman Kulüp vardı. Kulübün sahibi olan ünlü trompetçi İlhan Feyman, her gecenin sonunda muhakkak sahneye çıkıp yaptığı bir solo ile programı noktalardı. Yıllar sonra 2002 başında Hürriyet’in yılbaşı projesi için gazetenin köşe yazarlarından birbirlerini yazmaları istendiğinde, beni anlatmayı Bekir üstlenmişti. Ve anlatırken Feyman Kulüp’ün merdivenlerinden aşağı inip loş salondan içeri girerek şunları yazmasın mı:
“Ajans binasının altında Feyman Kulüp vardı. Bu yüzden bizim mesai saatlerimiz 48 saati bile aşardı. Bu; zamanı iki kez yaşamakla olur. Aynı anda aşağıdaki kulüpte kızlarla dans ederken, aynı anda yukarıda ajansta nöbet tutmak gibi bir şey...”
Devamında, benim o dönemde yürüttüğüm diplomasi muhabirliği görevime atıfla “Kulübün loş köşelerinde kızlara OECD ile ilişkileri anlattığımı” da yazmıştı. Latife ediyordu tabii ki...
*
Bir süre sonra ajanstan ayrıldı, daha sonra Can Pulak’ın davetiyle Günaydın’a geçti. THA’da onun boşalttığı parlamento muhabirliği kadrosunda beni görevlendirdiler. Yani bu görevde halef-selef olduk.
Ve uzun yıllardan sonra 1993 yılı mart ayında bir kez daha aynı mekânda, bu kez Hürriyet’in Ankara Bürosu’nda buluştuk. Ben Hürriyet’in Ankara Temsilciliğini üstlendiğimde o köşe yazarı olarak zaten gazetede yazmaya başlamıştı. Tam 12 yıl Hürriyet’in Kavaklıdere’de Cinnah Caddesi’nin hemen başlangıcındaki bürosunda birlikte çalıştık. Ekip ruhunun hâkim olduğu, meslek aşkıyla arkadaşlığın, dayanışmanın el ele gittiği bir ortamdı. Bekir, büroda herkesin sevgiyle bağlı olduğu bir isimdi.
*
Bir kere sıcaklığı ve yaydığı enerji ile girdiği her ortamı hemen ısıtıverirdi. Ayrıca, içinde bir yaramaz çocuk vardı, daha doğrusu Urfalı o çocuk içinden hiç çıkmamıştı. Ve o çocuk her vesileyle muhakkak kendisini gösterirdi. Odadan içeri adım attığında çoğunluk bir yaramazlık tasarladığını yüz ifadesinden, muzip bakışlarından anında okuyabilirdiniz. Her şeye mizahla yaklaşırdı. Söze başlayacaksa bu çoğunluk bir espri cümlesiyle olurdu. Arkadaşlarına, sevdiklerine takılmak, onları tatlı tatlı işletmek yaşamı zenginleştiren bir iletişim tarzıydı onun için.
İçindeki çocuk hep baskın olduğu için yine çocuklara özgü saf bir sevgiyle yaklaşırdı hayata. İnsanlara, hayvanlara, bitkilere aynı şefkatle yaklaşırdı. Türkiye’de hayvan sevgisinin güçlenmesinde bir köşe yazarı olarak yaptığı katkı ölçülemez. Pako hepimizin arkadaşı olmuştu. Doğa sevgisi de farklı değildi. Bir ağacın kesildiğini duymak da onun iç dünyasında büyük bir sarsıntı yaratırdı.
Çocuksu yönü onu kendisini korumaya çalışmadığı hassas, kırılgan bir hale getirmişti. Bir duygu yumağı gibiydi. Her şeyi kuvvetli bir duygu yoğunluğu içinde yaşıyordu. Bir şeye tasalanıyorsa bunun iç dünyasında çoğaltan bir etkiyle yayılacağından emin olabilirdiniz. Duygusallığı bazen içine kapanmasına yol açabilir, onu zorlaştırabilirdi de...
Ve son yıllarında bütün hiciv yeteneğine, yüzündeki tebessüme karşılık aslında iç dünyasında Türkiye ile ilgili kaygılarıyla birlikte giderek koyulaşan bir üzüntünün kökleştiğini hissetmemek mümkün değildi.
*
Tabii Bekir’den söz ederken onu Andree’siz düşünemeyiz. Ona büyük bir aşkla bağlıydı ve hayatının merkezine koymuştu. Bekir’in mesleği gereği girdiği dalgalı sularda, yaşadığı türbülanslarda Andree’nin yanında her zaman sağlam bir kale gibi durduğunu bilirdik.
2005 yılında Hürriyet Ankara Temsilciliği görevimden ayrılıp İstanbul’a giderken büroda en son veda ettiğim kişiydi Bekir. Duygu ve düşünce iklimini bildiğiniz, pek çok şey paylaştığınız yakın bir arkadaşınızla hiçbir şey söylemeden çok şey konuştuğunuzu hissedersiniz bazen, karşılıklı olarak öyle bir veda olmuştu bizimkisi...
Sonraki yıllarda ayrı şehirlerde yaşamanın da etkisiyle pek görüşemesek de aramızdaki sevgi, dostluk bağları bütün sıcaklığıyla sürdü.
Onunla son yüz yüze görüşmemiz 2017 yılında geçirdiği kanser ameliyatından sonra İstanbul’daki Amerikan Hastanesi’nde oldu. Ziyaretine giderken ona bir sürpriz yapmalıydım. Hastaneye alıp bir kanun götüremezdim tabii ki... Evde zaman zaman elime alıp tellerinde gezindiğim ukuleleyi yanımda götürdüm ve ona hediye ettim. Üstünde mavi renkli hasta önlüğü elinde ukuleleyle birlikte havalı bir fotoğraf da çektirdik hastanenin koridorlarında. Andree ve eşim Canan da vardı fotoğraf karesinin içinde.
Kanunun büyüklüğünden ve zengin ses hacminden sonra çocuk çalgısı gibi görünen ukulelenin onun elinde küçük duracağına bakmayın. Müzik aletini görünce çok mutlu olmuş, gözleri parlamıştı.
Geride bıraktığı ışıltının da her zaman parlayacağı gibi...
Paylaş