Paylaş
Başbakan, Yılmazer ile görüştüğünü inkâr etmiyor, ancak temas sayısının büyütülmemesini istiyor, “İki ya da üç kere...” diyor. Buna karşılık Yılmazer, temasların sıklığı için “30-40’dan az olmaması gerekir” diye konuşuyor.
Nereden bakılırsa bakılsın, bu açıklamalardan Başbakan ile İstanbul Emniyeti’nin en önemli istihbarat görevlisi arasında bir çalışma ilişkisinin tesis edilmiş olduğu anlaşılıyor. Yılmazer’in anlatısı, -ihtiyat payı olarak belli bir abartma atfedilse bile-
o dönemde kulislere yansıyan bilgilerle de büyük ölçüde örtüşen bir nitelik taşıyor.
***
Buradan çıkarmamız gereken bir dizi sonuç var. Bunlardan birincisi, Ergenekon davasının siyasi saiklerle yürütüldüğü konusunda Türk kamuoyunda zaten yerleşmiş olan algının Yılmazer’in açıklamalarıyla iyice pekişmesidir. Aradaki fark, Başbakan’ın zannedildiğinden çok daha fazla müdahil olduğunun ortaya çıkmasıdır.
Bu açıklamalar esas alındığında, Başbakan’ın Ocak 2008’deki üçüncü dalgadan sonra Ergenekon’un bütün dalgalarında onay makamı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Örneğin kanser tedavisi gören Prof. Türkan Saylan’ın evine 13 Nisan 2009 tarihinde sabah 05.00’te baskın yapılması gibi adımları da buna dahil edebiliriz.
Türk kamuoyu Ergenekon’u büyük ölçüde Savcı Zekeriya Öz’ün merkezinde yer aldığı bir operasyon olarak algılamışken, yeni algıda perde arkasında asıl belirleyici aktörler olarak Erdoğan-Yılmazer ikilisi karşımıza çıkıyor.
***
Ortaya çıkan durumun önemli hukuki sonuçları da olacaktır. Bir soruşturmada Başbakan’ın tutuklama dalgalarının en ince ayrıntılarına kadar her aşamadan haberdar olması ve ayrıca polisin istihbarat kanadına -Yılmazer’in ileri sürdüğü gibi- “Aman ha bunlar tutuklansın” diye talimat vermesi hukuka uygun mudur?
İlginçtir ki bu tartışma, 7 Şubat 2012’deki MİT krizi ve daha sonra 17 Aralık 2013 tarihinde düğmeye basılan yolsuzluk soruşturmasında da karşımıza çıkan sorunun farklı bir versiyonudur.
Söz konusu operasyonların yapıldığı tarihlerde yürürlükte olan (halen yürürlükte) 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 164’üncü maddesi, “Soruşturma işlemleri cumhuriyet savcısının emir ve talimatları doğrultusunda öncelikle adli kolluğa yaptırılır. Adli kolluk görevlileri, cumhuriyet savcısının adli görevlere ilişkin emirlerini yerine getirir” diyor. Bu konudaki uygulamayı düzenleyen 25832 sayılı Adli Kolluk Yönetmeliği de “Adli kolluk görevlilerine adli görevi bulunmayan üstleri tarafından yürütülen soruşturma ile ilgili emir ve talimat verilemez” hükmünü taşıyor.
Bu yasal çerçeve, Başbakan’ın soruşturma süreçlerine müdahil olmasına izin veren bir esneklik taşımıyor.
Hatırlanacaktır, 17 Aralık ve 25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarında, savcılar bu yasa ve yönetmelik hükümlerine dayanarak üst makamlara bilgi vermemiş, hükümet de bunun sonucu her iki dalgaya da hazırlıksız bir şekilde yakalanmış ve büyük bir şok yaşamıştı. Hükümetin Adli Kolluk Yönetmeliği’ni değiştirerek bu engeli aşma planı da Danıştay’dan dönmüştü.
Yılmazer’in sözlerini bu hukuksal çerçeveyi hatırlayarak tahlil ettiğimizde, yürürlükteki yasa açısından hukuken problemli bir durum karşımıza çıkıyor.
En azından Ergenekon kararlarının temyizi aşamasında savunma avukatlarının eline bu davanın siyasi olduğu, tutuklamaların Başbakan’ın talimatlarıyla yapıldığı yolunda oldukça kuvvetli bir koz geçmiştir. Keza, tutuklamalarla ilgili olarak hem Anayasa Mahkemesi hem de AİHM’ye yapılmış olan bireysel başvuruların seyrinde de yeni bir durumun ortaya çıktığı aşikârdır.
***
Sorun Başbakan’ın polise değil, aynı zamanda yargıya da talimat vermesiyle ilgilidir. Eğer Başbakan ileri sürüldüğü gibi savcılara bu yönde talimatlar verdiyse, bu harekat tarzının yargı bağımsızlığı açısından güçler ayrılığı ilkesinin özünü ciddi bir şekilde sakatladığını vurgulamak gerekir. CMK’yı değiştirirken Adalet Bakanı’nın savcılara talimat verme yetkisini 2004 yılında mevzuattan çıkaran bugünkü AK Parti hükümetinin kendisidir.
İşin bir bu kadar önemli bir boyutu, devlet idaresinde hâkim olması gereken ölçülerle ilgilidir. Bir başbakanın, bütün üst kademeleri (içişleri bakanı, vali, emniyet müdürü) atlayarak bir emniyet müdür yardımcısı ile doğrudan bir çalışma ilişkisi tesis etmesi, devletin işleyişine ilişkin kural ve teamüller acısından da isabetli değildir.
Ayrıca, hiyerarşik yapının dışına çıkan bu tür yakın ilişkilerin, zaman içinde istihbarat ya da benzer birimlerin kendi başlarına buyruk hareket etmelerinin önünü açtığı -tarihte pek çok örnekte de görüldüğü gibi- tecrübeyle sabittir.
Her halükârda, ancak üçüncü dünya rejimlerinde karşılaşılacak uygulamalardan söz ediyoruz.
Paylaş