Fidan, açıklamalarında İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla ortaya çıkan son krize iki devletli kalıcı bir çözüm bulunması sonrasında girilecek dönemde Türkiye ile Arap ülkelerinin bir “güvenlik ittifakı” oluşturmaları ihtiyacından söz ediyor.
Fidan, daha önce Filistin sorununa bulunacak çözümde Türkiye’nin garantörlük rolü üstlenmesi meselesini sıkça dile getirmişti.
Buna karşılık, bilebildiğim kadarıyla, Türkiye’nin bölgede bir “güvenlik ittifakı”na dahil olması konusu kamuoyu önünde ilk kez bu kadar kuvvetli ifadelerle ortaya konuyor kendisi tarafından.
‘ELİMİZİ TAŞIN ALTINA KOYMAYA HAZIRIZ’
Önce konunun mülakat sırasında nasıl ortaya çıktığına bakalım. Fidan’ın konuştuğu ‘Sky News Arabia’, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Londra merkezli SKY Group’un ortak oldukları, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine seslenen bir kanal.
Fidan, bu mülakatta Türkiye’nin Arap dünyası karşısındaki gündemiyle ilgili hemen hemen her önemli başlık üzerindeki pozisyonlarına açıklık getiriyor.
Bu çerçevede kendisine Türkiye’nin savaş sonrası dönemde bölgede görevlendirilecek “bir barış gücüne ya da bir başka güce katkıda bulunması” konusu soruluyor.
Fidan,
Bu vesileyle gazetelerde, TV kanallarında harekâtı konu alan pek çok yayın yapıldı. Biz de bugünkü yazımızda yakın zamanda bir seri olarak yayımlanmış olan kayda değer iki belgesel kitaba odaklanarak, Türkiye’nin askeri müdahalesinin yeterince üzerinde durulmayan hava cephesine yakından bakmak istiyoruz.
Birbirini tamamlayan bu iki kitap askeri konularda uzmanlıklarıyla temayüz etmiş iki önemli isim tarafından kaleme alınmış. Bu yazarlardan birincisi, havacılık tarihi konusunda birçok kitabı bulunan araştırmacı Levent Başara. İkinci isim ise Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olan ve yine askeri konulardaki uzmanlığıyla tanınan Prof. Serhat Güvenç.
Başara ve Prof. Güvenç’in bu ortak projeleri, Barış Harekâtı’na muhtelif görevlerde katılmış pilotlarla yapılmış olan ayrıntılı mülakatlara dayanıyor. 2022 yılı ağustos ayında yayımlanmış olan birinci kitap, “Kıbrıs İçin Havalandılar/G Günü” başlığını taşıyor. Bu kitap, harekâtın Kayseri-Erkilet’ten nakliye uçaklarıyla icra edilen hava indirme, Silifke-Ovacık merkezli helikopterle hava indirme ve İncirlik Üssü merkezli hava keşif uçuşlarında görev almış toplam 29 pilot ve 2 destek personeliyle yapılmış mülakatları kapsıyor.
Geçen aralık ayında yayımlanan ikinci kitap ise “Çelik Kanatlar Kıbrıs Üzerinde” adını taşıyor. Bu kitapta, harekâtın daha çok av-bombardıman, hava savunma gibi muharip görevlerinde uçmuş olan pilotlarla yapılan mülakatlar var. Bu kitapta toplam 33 söyleşi yer alıyor. Bu pilotlar Antalya, Konya, İncirlik ve Ankara Mürted üslerinden kalkan F-101 ve F-104 gibi savaş uçaklarında görev almışlar.
Bu çalışma için konuşulan emekli pilotlar, 1974 yılında genellikle 20’li, 30’lu yaşlarında olup teğmen, üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı gibi rütbelerde görev yapmışlar. Bu mülakatların büyük bölümü 2018-2021 yılları arasında gerçekleştirilmiş. Bu sırada hepsi 70’li, 80’li yaşlarındaydı.
Mülakatların önemi, emekli pilotların hepsinin son derece rahat ve açık bir şekilde konuşmuş olmaları. Yazarlar, muhataplarının birçoğunda “harekâtta bütün yaşadıklarını tüm çıplaklığıyla anlatma isteği” gördüklerine dikkat çekiyorlar. Renkli hadiselerin yanı sıra, operasyonel hatalar, yaşanan karamboller, eksiklikler, örneğin bazı durumlarda personelin iaşesinde karşılaşılan sorunlar da tam bir açık sözlülükle anlatılmış.
Mülakatların sahiciliği, her bir anlatımda pilotun, uçağın ya da helikopterin havalanmasından görevini tamamlayıp döndüğü ana kadar yaşadıklarını okurun da gözünde canlandırabilmesini kolaylaştırıyor.
Her gün evlerimizde televizyonların karşısında sivillerin, çocukların ayrım gözetilmeksizin hedef alındıkları bu katliamları çaresizlik içinde seyirci olarak izlemenin, ardından bir sonraki habere geçerek ölümü olağanlaştırmanın suçluluk duygusunu yaşıyoruz.
Dünyayı kavramaya çalışan çocukların aklına -acımasız canlıların yaşadığı lanetli bir gezegende gözlerini açtıkları- düşüncesini sokabileceği için daha da kızabiliriz Netanyahu’ya... Bombaların altında kırılan Filistinli çocukların ise çoğu zaman bunu düşünebilmek gibi bir ayrıcalıkları da yok.
Gazze’de İsrail Ordusu tarafından bütün insanlık ölçüleri ayaklar altına alınarak yürütülmekte olan kıyım karşısında yaşadığımız infiali anlatmak için başvuracağımız kelimeleri çoktan tüketmiş bulunuyoruz. Sözlüklerin sonuna geldik.
*
Netanyahu’nun bütün kötücüllüğü yetmediği gibi, ABD’nin Kongre binasında kendisi için yükselmekte olan alkışlar üzerinden bu cinayetlerin kutsanmakta oluşu, yaşanan utancı daha da derinleştiriyor.
İsrail Başbakanı’nın ABD Kongresi’ni oluşturan Senato ve Temsilciler Meclisi’nin ortak birleşimine hitabı sırasında tanıklık ettiğimiz görüntülerin, Netanyahu’nun konuşmasının sık sık alkışlarla kesilmesinin yol açtığı temel bir mesele var.
Çoğu koltuklarından ayağa kalkarak Netanyahu’yu alkışlayanların o anki coşkulu ruh hali ile kendilerini ibretle izleyen uluslararası toplumun büyük bir kesiminin kızgınlığı arasında bir uçurum beliriyor.
Netanyahu
‘Independent’ gazetesinde çıkartmanın yıldönümü olan 20 Temmuz Cumartesi günü yayımlanan bu makaleyi kaleme alan kişi, Kıbrıs sorununa çözüm olarak BM’nin hazırladığı kapsamlı Annan Planı’nın oylandığı 2004 yılındaki referandum sırasında, o tarihte AB’ye üye olan Birleşik Krallık’ın Dışişleri Bakanı koltuğunda oturan Jack Straw’du.
Yazının önemi, 24 Nisan 2004 tarihindeki bu referandumda KKTC tarafının planı kabul edip Rum tarafı reddettiği halde, uzlaşmaz konumdaki Rumların bu olayın hemen ardından tam üye olarak AB’ye alınmalarının büyük bir hata olduğu konusunda Straw’un ciddi bir özeleştirisini içermesi.
Bu konuya bakışını daha önce de ifade etmiş olmakla birlikte, Straw, Türkiye’nin askeri müdahalesinin 50’inci yıldönümü dolayısıyla oldukça kapsamlı bir yazıyla 2004’te yapılan hataya ve bugün girilen mevcut kilitlenmeden çıkış çaresine ilişkin görüşlerini paylaşma yoluna gitti.
Yazınının başlığı yeteri kadar çarpıcı: “Neden 50 yıldır süren bu ‘saçma’ Kıbrıs krizini sona erdirmek için iki devletli bir çözümü dikkate almanın zamanının geldiğini düşünüyorum?”
KUZEYİN İZOLASYONUNU HAFİFLETECEKTİK AMA ÖNERİLER SULANDIRILDI
Straw, öncelikle Kıbrıslı Rumların yol açtıkları “yıkımı” değerlendirmek üzere 2004 yılı nisan ayı sonunda bir araya gelen AB Dışişleri Bakanlarının toplantısındaki atmosferi hatırlatıyor. Ortamı daha önce katıldığı AB Konseyleri ve Komiteleriyle kıyaslayarak, “Hiç bu kadar öfkeye tanıklık etmemiştim” diye yazıyor.
Peki AB Dışişleri Bakanlarının duydukları bu öfke Kıbrıslı Rumlara somut bir yaptırım olarak yansıtılmış mıdır? Şu sözlerinden yanıtın olumsuz olduğu anlaşılıyor: “İlk adım olarak kuzeyin izolasyonunu hafifletecek bazı önlemler alınması üzerinde görüş birliğine varmıştık. Ama bunların çoğu sonradan feci bir şekilde sulandırıldı.”
Sulandırılmasının nedeni,
Resmi Gazete’de yayımlanan bu karar TBMM Genel Kurulu’nun 18 Temmuz Perşembe günkü birleşiminde kabul edilen iki sayfalık Kıbrıs tezkeresiydi.
Oturumu yöneten TBMM Başkan Vekili Celal Adan’ın “TBMM Başkanlığı’nın Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ellinci yıldönümü konusunda bir tezkeresi vardır. Okutup oylarınıza sunacağım” diyerek gündeme getirdiği bu tezkere, üzerinde bir görüşme olmadan partilerin büyük çoğunluğunun desteğiyle kabul edilmiştir.
BARIŞ HAREKÂTI’NIN KALICI MİRASI
TBMM kararı, öncelikle adada geride bırakılan elli yılın genel bir dökümünü yapıyor, “Yarım asır boyunca Kıbrıs Adası’nda kan dökülmemiş olması, barış harekâtının kalıcı mirası ve başarısının tartışılmaz kanıtıdır” ifadesiyle.
Kararın en önemli vurgularından biri, isim geçirmeksizin BM’nin hazırladığı Annan Planı’nın 2004 yılında Ada’da düzenlenen referandumda KKTC tarafında kabul edilirken, Kıbrıslı Rumlarca reddedilmiş olmasının hatırlatılmasıdır.
“Kıbrıslı Rumlar AB üyeliğiyle ödüllendirilirken, Kıbrıslı Türkler haksız ve insanlık dışı bir izolasyona, kısıtlama ve ambargolara maruz kalmıştır” deniliyor metinde. Ardından, Kıbrıslı Türklerin “oyalanmaya, zaman kaybına tahammüllerinin kalmadığı” belirtiliyor.
Metnin en kuvvetli kısmı şu ifadede karşımıza çıkıyor:
“Artık Ada’da tek ve kesin çözüm, Kıbrıs Türk halkının özden gelen haklarının teslim edilmesi, egemenlik eşitliğin ve eşit uluslararası statüsünün tescil edilmesidir. İki devletli çözüm siyaseti, Akdeniz bölgesinde istikrar ve kalıcı barışı sağlamanın da yegane yoludur. Ada’da iki ayrı halkın ve iki ayrı devletin varlığı daha fazla göz ardı edilmemelidir. Kıbrıs meselesinin çözümüne yönelik teşebbüslerin, bu gerçek üzerine inşa edilmesi şarttır.”
Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in Başbakanlık binasının önünde sabah 06.00 sularında “Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs’a indirme ve çıkarma harekâtına başlamış bulunuyor. Allah milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin” sözleriyle Türk kamuoyuna ve dünyaya duyurduğu askeri harekâtın üzerinden tam yarım yüzyıl geçmiş.
Böylesine önemli bir tarihi yıldönümü, bu harekâtın neden yapıldığı, müdahalenin Türkiye’nin dünya ile ilişkileri açısından nasıl bir anlam taşıdığı sorularının üzerinden bir kez daha geçmeyi gerekli kılıyor. Tabii, geçen zaman zarfında nereye gelindiğinin bir muhasebesini yapmayı da...
*
Bu değerlendirmeye yönelirken önce Kıbrıs sorununun tarihçesiyle ilgili çok özet bir hatırlama yapmak zorundayız.
Kıbrıs Cumhuriyeti, 1960 yılında Türkiye’nin garantörlüğüne de dayanan bağımsız bir devlet olarak uluslararası camiaya katılmıştır. Bu cumhuriyet, uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmış yeni bir anayasal düzen getirdi Kıbrıs’a.
Öncesinde, adada azınlık durumunda bulunan Türkler, özellikle 1950’li yıllardan itibaren artan ölçüde Rumların ayrımcı uygulamalarının ve etnik temizlik girişimlerinin hedefi haline geliyordu. Bu hadiseler karşısında Türkiye’de daha çok ‘taksim’ tezi savunuluyordu Kıbrıs’ta çözüm için.
Buna karşılık, 1959-60 Zürih ve Londra Antlaşmaları, Türk tarafı açısından önemli bir kavramsal değişikliği beraberinde getirdi. ‘Taksim’ tezi geride kalırken, kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Türkler hukuken tüzel bir kimlik kazanarak, yeni devletin ortağı haline geldiler. İki halkın ortaklığı temeline dayanıyordu Kıbrıs Cumhuriyeti.
Örneğin, yeni devletin cumhurbaşkanı Rum olacak, ama yardımcısı Türkler arasından seçilecekti. Üstelik veto yetkisine de sahip olacaktı Türk yardımcı.
Bugünkü yazımızda ise yalnızca beş dosya üzerinden bu karmaşık fotoğrafı daha detaylı bir şekilde göstermeye çalışacağız.
TUĞGENERAL ARSLAN ÜNİFORMASINI YENİDEN GİYEBİLDİ
Vereceğimiz istisna oluşturan birinci örnek, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Tokat Bölge Jandarma Komutanı olarak görev yapmakta olan Tuğgeneral Adnan Arslan. FETÖ’cülerin darbe planları çerçevesinde hazırladıkları görevlendirme belgelerinde Arslan’ın adının karşısına “Tokat Sıkıyönetim Komutanı” diye yazılmıştır.
Darbe girişimi gecesi tatilde olan Arslan, haberleri alır almaz hemen görev yeri Tokat’a doğru hareket etmiş, bu sırada astlarına darbe faaliyetlerine katılmamaları, birliklerine hâkim olmaları, sokağa araç çıkarmamaları yolundaki talimatlarını iletmiştir.
Buna karşılık, Arslan’ın görevlendirme listesinde adının geçmesi yeterli delil sayılarak tutuklanmasına karar verilir. Ardından KHK ile Ordu’dan ihraç edilir.
Arslan, yapılan yargılamada darbe suçlamasından beraat etse de listede adı geçtiği için ‘FETÖ üyeliği’nden hapis cezasına çarptırılır. Gelgelelim istinaf sürecinde bu mahkûmiyet cezası bozulur. Yargıtay 16. Ceza Dairesi de 26 Ekim 2018 tarihinde istinaf mahkemesinin kararını onar. Böylelikle beraatı kesinleşir.
Arslan, bütün bu süreçte bir yılı aşkın bir süre tek kişilik bir hücrede kalmıştır. Beraatinin kesinleşmesinden sonra Olağanüstü Hal Komisyonu’na başvurarak hakkında verilen görevden çıkarılmasına ilişkin KHK işleminin iptalini istemiş ve bu talebi kabul edilmiştir.
OHAL Komisyonu’nun kararı çerçevesinde, Tuğgeneral’in göreve iadesi yapılarak özlük hakları iade edilmiştir.
FETÖ’nün darbe planları çerçevesinde hazırlamış olduğu ‘görevlendirme belgeleri’, 15 Temmuz kalkışması sonrasında başlayan yargılama sürecindeki en tartışmalı başlıklardan birini oluşturdu.
Bu belgelerde, darbe ile birlikte Türkiye’nin her ilinde ilan edilecek sıkıyönetim komutanlıklarına yapılacak atamalar, ayrıca TSK içinde general düzeyinde yapılacak görevlendirmelere ilişkin listeler yer alıyordu. Bir başka liste ise kurulacak sıkıyönetim mahkemelerindeki görevlendirmeleri içeriyordu.
*
Darbe girişimi gecesi ele geçirilen söz konusu listelerde adı geçen generaller arasında 15 Temmuz gecesi darbe faaliyetine doğrudan katılan FETÖ mensubu isimler olduğu gibi, kalkışmanın dışında kalmış, darbeye karşı tavır almış, sahada bunu hareketleriyle göstermiş olan generaller de bulunuyordu.
Buna karşılık, savcılar sıkça bu belgelerde ismin geçmesini çoğunlukla suça işaret eden ‘kuvvetli şüphe nedeni’ olarak değerlendirerek, ikinci grupta yer alan generallerin önemli bir bölümü hakkında da darbe soruşturması açarak, tutuklama kararları talep ettiler. Bu durumdaki generallerin çoğu kendilerini birden cezaevlerinde buldu.
Ardından bu generallerin hepsi TBMM’den alınan Olağanüstü Hal yetkisine dayanılarak, Cumhurbaşkanlığı tarafından yayınlanan kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) Ordu’dan ihraç edildi.
*
Burada altı çizilmesi gereken bir nokta, söz konusu görevlendirme listelerinde isimlerinin karşısında