Paylaş
Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in Başbakanlık binasının önünde sabah 06.00 sularında “Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs’a indirme ve çıkarma harekâtına başlamış bulunuyor. Allah milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin” sözleriyle Türk kamuoyuna ve dünyaya duyurduğu askeri harekâtın üzerinden tam yarım yüzyıl geçmiş.
Böylesine önemli bir tarihi yıldönümü, bu harekâtın neden yapıldığı, müdahalenin Türkiye’nin dünya ile ilişkileri açısından nasıl bir anlam taşıdığı sorularının üzerinden bir kez daha geçmeyi gerekli kılıyor. Tabii, geçen zaman zarfında nereye gelindiğinin bir muhasebesini yapmayı da...
*
Bu değerlendirmeye yönelirken önce Kıbrıs sorununun tarihçesiyle ilgili çok özet bir hatırlama yapmak zorundayız.
Kıbrıs Cumhuriyeti, 1960 yılında Türkiye’nin garantörlüğüne de dayanan bağımsız bir devlet olarak uluslararası camiaya katılmıştır. Bu cumhuriyet, uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmış yeni bir anayasal düzen getirdi Kıbrıs’a.
Öncesinde, adada azınlık durumunda bulunan Türkler, özellikle 1950’li yıllardan itibaren artan ölçüde Rumların ayrımcı uygulamalarının ve etnik temizlik girişimlerinin hedefi haline geliyordu. Bu hadiseler karşısında Türkiye’de daha çok ‘taksim’ tezi savunuluyordu Kıbrıs’ta çözüm için.
Buna karşılık, 1959-60 Zürih ve Londra Antlaşmaları, Türk tarafı açısından önemli bir kavramsal değişikliği beraberinde getirdi. ‘Taksim’ tezi geride kalırken, kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Türkler hukuken tüzel bir kimlik kazanarak, yeni devletin ortağı haline geldiler. İki halkın ortaklığı temeline dayanıyordu Kıbrıs Cumhuriyeti.
Örneğin, yeni devletin cumhurbaşkanı Rum olacak, ama yardımcısı Türkler arasından seçilecekti. Üstelik veto yetkisine de sahip olacaktı Türk yardımcı.
*
Bu antlaşmaların önemi, yalnızca Kıbrıslı Türklerin ortak statüsünün tanınmasıyla sınırlı değildi. Aynı zamanda Türkiye’yi de Kıbrıs sorununda uluslararası hukuk çerçevesinde söz sahibi bir aktör olarak denklemin içine yerleştiriyordu.
Türkiye, 19’uncu yüzyılın sonuna doğru çekildiği adaya geri geliyor ve anayasal statünün bir parçası olarak garantörlük hakkına sahip oluyordu. Antlaşmalarla getirilen düzen bozulursa, Türkiye bu hakkına dayanarak müdahale edebilirdi.
Kıbrıslı Rumlar, Türklerin 1960 antlaşmalarıyla tanımlanan anayasal düzende kazandıkları haklarla bir türlü barışık hale gelememiştir. Cumhurbaşkanı Makarios’un 1963 yılında bu anayasal yapıyı fesh etmeye girişmesi Kıbrıs Cumhuriyeti’ni fiilen felç etmiştir. Sonrası, Kıbrıslı Türkler açısından hedef oldukları kuşatmalar, köy boşaltmaları, cinayetler, toplu katliamlar şeklinde devam eden yürek yaralayıcı olaylarla doludur.
*
1960’lı yılları, Kıbrıslı Türklerin uğradıkları saldırılar karşısında Türkiye’nin garantör konumuyla sesini yükseltip müdahale niyetini açığa vurduğunda, her seferinde bir dizi fren mekanizmasının devreye girdiği bir dönem olarak hatırlıyoruz.
Dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson’un adıyla anılan, kendisinin 1964 yılında Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup, Türkiye’nin adaya müdahale niyetine karşı “O zaman biz de sizi Sovyetler Birliği karşısında korumayız” tehdidini içeriyordu.
Johnson Mektubu’nun Türk toplumunun bilinçaltına yerleştirdiği düşünce, Türkiye’nin Kıbrıs’taki haksızlığa ‘dur’ demekte ne kadar haklı nedenleri olsa da, Batı’nın ne yapıp yapıp onu engelleyeceği yolundaki kabuldü. 1974 Barış Harekâtı, bu sancılı kabulü yok etmiş, toplumda büyük bir özgüven duygusunun yerleşmesine yol açmıştır.
Türkiye, Atina’daki Albaylar Cuntası’nın 15 Temmuz 1974 tarihinde adada organize ettiği, ENOSİS’e uzanması muhtemel darbe karşısında önce barışçı bir çözüm için bütün diplomatik yolları zorlamış, bu zeminlerde bir yere varamayacağını gördüğü noktada, askeri müdahaleye yönelmiştir.
Kıbrıs harekâtı, bu yönüyle Türkiye’nin sabır eşiğinin aşıldığı dramatik bir kırılma noktasıdır.
*
Müdahale, Türkiye’nin Batı dünyası ile ilişkilerinde şiddetli bir depreme yol açmıştır. Kıbrıs dosyası, 1974’ten sonra Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde önemli bir faktör olarak yerleşmiş, zaman zaman bu ilişkileri ipoteği altına almıştır.
ABD Kongresi’nin 1975 yılında uygulamaya başladığı üç yıl süren silah ambargosu, Türkiye’nin müdahale nedeniyle ödediği büyük bir bedeldir.
Kıbrıs, bugün de Batı ile masaya oturulduğunda açılan ilk dosyalardan biridir. AB ile ilişkilerin 2024 yılındaki kilitlenmiş durumunda da karşımıza çıkıyor Kıbrıs meselesi.
*
Buna karşılık, Türkiye, geride kalan 50 yıl boyunca hedef olduğu bu ve buna benzer bütün siyasi, diplomatik, askeri, ekonomik yaptırımlara, zorlamalara rağmen Kıbrıs sorunundaki temel tutumunu değiştirmiş, geri adım atmış değildir.
Geçen 50 yıla bakıldığında Ankara’da hangi hükümet iş başına gelmiş olursa olsun, 1974’te adada ortaya çıkmış olan gerçekliğin değişmediğini görüyoruz.
Ayrıca, Türk tarafı açısından 1974’ün ilerisine giden kazanımlar da sağlanmıştır. Bütün baskılara rağmen, 1983 yılı sonunda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan edilebilmiş olması, 1974 sonrasında Ankara cephesindeki en cesur hamlelerden biridir.
Gelgelelim, zamanın akışı içinde bütün çözüm planlarının sonuçsuz kalması, adadaki bölünmüşlüğünün daha da yerleşmesine, kalıcılaşmasına yol açmıştır.
*
Ama bir konuda da gerçekçi olmak gerekiyor. KKTC’nin 1983 yılında ilan edilmesine karşılık bu devletin tanınması yolunda özlü bir gelişme elde edilemediği de ortadadır. Türk ve Müslüman dünyaların temsil edildiği uluslararası örgütlerde verilen gözlemci statüleri, KKTC açısından ne kadar cesaretlendirici olsa da beklenen tanınma çizgisinin çok gerisindedir.
Burada sorunun önemli bir boyutu, Türkiye’nin 1983’ten itibaren hem KKTC’nin bağımsızlığını savunması hem de federasyon tezine bağlı kalmasındaki ikilikten kaynaklanmıştır.
Barış harekâtı sonrasındaki dönemde federasyon tezine dayanan sayısız çözüm planı geliştirilmiş, birçok müzakere süreci yürütülmüş, çözümün hukuki referanslarına ilişkin dev bir külliyat ortaya çıkmıştır. Neredeyse her BM Genel Sekreteri ya da Kıbrıs özel temsilcilerinin adlarını taşıyan bir plan ya da fikirler dizisinin hazırlanmış olması, bu literatürün önemli bir parçasıdır.
Bu süreçte Kıbrıs sorunu, adadaki iki tarafın yanı sıra, Türkiye, Yunanistan, ABD, Birleşik Krallık gibi ülkelerde sayısız lideri, dışişleri bakanını, diplomatı, gazeteciyi emekli etmiştir.
Onlar sahneden gelip geçiyorlar ama Kıbrıs sorunu bütün çözümsüzlüğüyle olduğu yerde zamana meydan okuyarak duruyor.
Bütün mesele, 1974’te ortaya çıkan ve yarım yüzyıldır değişmemiş olan fiili durumun bir hukuki çerçeveye oturtulamamış olmasıdır.
Bugün adada kendi bölgelerinde egemen olan biri uluslararası camia tarafından tanınan, diğeri tanınmayan iki ayrı devlet var. Üstelik bunlardan biri AB’ye tam üye olarak alınmıştır.
Bu iki devleti gelinen noktada yeniden iç içe geçecekleri birleşik bir federasyona dönüştürmek tasavvuru çok da gerçekçi durmuyor.
Türkiye de 2020’den bu yana artık “iki devletli çözüm” önerisini her vesileyle vurguluyor.
*
Bir noktanın daha altını çizmemiz gerekiyor. Arzulanan, çözümün bir federasyonu esas alması ise Türkiye ve KKTC, bu alanda üzerlerine düşeni zaten fazlasıyla yerine getirmiştir.
BM tarafından hazırlanmış olan kapsamlı Annan Planı, BM gözetiminde 24 Nisan 2004 tarihinde düzenlenen referandumda Kıbrıs Türk halkının çoğunluğu tarafından kabul edilmiş, ancak Rumlar tarafından reddedilmiştir. Kıbrıslı Türkler, ortak bir yaşam iradesini en kuvvetli bir şekilde ortaya koymuştur bu planı onaylayarak.
Gelgelelim Rumlar uzlaşmaz tutumları nedeniyle hiçbir bedel ödememiş, daha vahimi bir hafta sonra 1 Mayıs 2004 tarihinde tam üye olarak AB’nin kapısından içeri girmiştir. KKTC’nin izolasyonuna son verileceği yolundaki taahhütler de yerine getirilmemiştir.
AB, bu davranışıyla çözümü reddedenleri ödüllendirildiği, uzlaşan tarafı cezalandırıldığı bir pozisyona geçerek hakkaniyetli davranmak gibi bir derdinin olmadığını göstermiştir. Bu tutumuyla, hem Kıbrıs sorunun çözümünü imkânsız hale getirmiş, hem de Türkiye ile ilişkilerini KRY’nin ve onun yanında yer alan Yunanistan’ın ipoteği altına sokmuştur.
Bu arada, Kıbrıslı Rumların 1960’lı yılların başında Kıbrıslı Türklerin ortak statülerini reddetmeleriyle 2004 yılında Annan Planı’nı referandumda geri çevrilmeleri arasında bir süreklilik çizgisinin bulunduğundan söz edebiliriz.
*
Kıbrıs konu olduğunda bütün dünyanın görmesi gereken temel bir gerçek var. Geçen 50 yıl çözümsüzlük içinde seyretse de, adada barış ve sükunetin hakim olduğu bir zaman kesiti olmuştur.
Doğu Akdeniz’de adanın hemen doğusundan ve güneyinden itibaren başlayan coğrafya, sürmekte olan çatışmalar, savaşlarla dünyanın en kaotik alanlarından biri olmaya devam ederken, Kıbrıs ayrı bir dünyanın sakin bir bölgesi olarak görülmelidir. Bu çerçevede adadaki barış ortamının değeri teslim edilmelidir.
*
Barış harekâtının 50’nci yılını konu alan bir yazıda, kuşkusuz, bu kararda belirleyici rolü oynayan CHP-MSP koalisyon hükümetinin başbakanı Bülent Ecevit’in oynadığı tarihi role kuvvetli bir vurgu yapmalıyız. Keza, koalisyonun Başbakan Yardımcısı Prof. Necmettin Erbakan ve aynı zamanda Dışişleri Bakanı Prof. Turan Güneş de müdahale kararının yine önemli aktörleri olarak tarihteki yerlerini alıyorlar.
Ama 1974 yılının hükümeti adaya çıkarken garantör statüsüne dayandıysa, bu statüyü Türkiye’ye kazandıran, ayrıca Kıbrıslı Türkleri adada ‘ortak’ konumuna getiren antlaşmaların müzakeresini bizzat yürüten Demokrat Partili Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve dönemin başbakanı Adnan Menderes’in haklarını teslim etmek de adil bir hafızanın gereğidir.
Bugün geriye dönüp bakıldığında, bu ikilinin Kıbrıs sorunun tarih içindeki seyrinde ne kadar önemli bir rol oynadıkları çok daha iyi görülüyor.
Paylaş