Savaşta işgal edilen topraklarda tek taraflı referandum kararıyla eşzamanlı bir şekilde devreye sokulan bu hamle, Ukrayna’nın sahada elde ettiği etkileyici askeri başarıların hemen ertesinde gelmiştir. Son haftalarda savaşta sahada ortaya çıkan tablo, Rusya’nın cephede alan kaybetmesiyle inisiyatifin ve moral üstünlüğünün Ukrayna’ya geçtiğine işaret ediyordu.
Bütün yorumların birleştiği nokta, Putin’in bir sıkışmışlık içinde durumu yeniden kontrol altına alabilmek amacıyla bir strateji değişikliğine yönelmek zorunda kaldığıdır. En iyimser analizlerde bile, silah altına çağrılan ihtiyat kuvvetlerinin muharebeye katılabilecek hazırlık düzeyine gelebilmelerinin belli bir zaman alacağı belirtiliyor.
*
Putin’in açıklamasında, Batı’nın Rusya’ya karşı “nükleer şantaj”da bulunduğunu öne sürüp, “Ülkemizin toprak bütünlüğü tehlike altındaysa Rusya’yı ve halkını korumak için elimizdeki bütün imkânları tereddüt etmeden kullanacağız” sözleriyle nükleer silaha başvurabileceğini hissettirmesi, tırmanmakta olan krizin en korkutucu yönüdür.
Bu arada, Ukrayna topraklarında işgal edilen bölgelerde referandum yapılmasıyla birlikte bu bölgeler Kırım’da olduğu gibi Rusya’ya ilhak edilmiş olacaktır. Rusya, bu çerçevede bu bölgeleri de kendi toprak bütünlüğünün bir parçası olarak değerlendirecektir.
Dolayısıyla, bundan sonraki aşamalarda Ukrayna ordusunun işgale uğramış bu toprakları geri almak için yapacağı muhtemel yeni askeri harekâtlar ve Batı’nın burada sağlayacağı askeri yardımlar da Rusya’nın toprak bütünlüğüne karşı hareketler olarak görülecektir. Putin, toprak bütünlüğünü koruma gerekçesiyle nükleer kartı göstermektedir Batı’ya.
*
Putin
Dünkü yazım, mahkemenin, cezaevinde tuttuğu günlükte kullandığı ifadeler nedeniyle kendisine hücre hapsi cezası verilen bir tutuklunun ifade özgürlüğünün ihlal edildiği yolundaki kararını konu alıyordu. Bugün, son günlerde dikkat çekici bulduğum başka kararları özet olarak aktarmak istiyorum.
‘ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİNE DAHA ÇOK HOŞGÖRÜ GÖSTERİLMELİ’
Bunlardan birincisi, AYM’nin üniversitelerde öğrencilerin ifade özgürlüklerinin sınırlarını geniş bir şekilde çizmesi bakımından önem taşıyor. Bu dosya, Anadolu Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü öğrencisi olan Cebrail Padak’ın, 2013 yılında Gezi olayları sırasında Eskişehir’de polis ve karşıt görüşte kişiler tarafından dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın bir afişini asması nedeniyle başına gelenleri konu alıyor.
Padak, Korkmaz’ın doğum günü (18 Mart) vesilesiyle 19 Mart 2018 tarihinde Eğitim Fakültesi’nin duvarına 150 santimetreye 90 santimetre boyutlarında “Öğrenci Kolektifleri” imzalı “İyi ki doğdun Ali İsmail KORKMAZ, Düşlerindeki özgür dünyayı biz kuracağız” yazılı bir afiş asar. Bunun üzerine üniversite yönetimi tarafından kendisi hakkında disiplin soruşturması açılır. Soruşturma uyarı cezası almasıyla sonuçlanır. Padak, disiplin cezasının kaldırılması için yargıya başvursa da girişimleri sonuçsuz kalır ve AYM’ye bireysel başvuruda bulunur.
AYM’nin beş üyeli İkinci Bölümü, “oybirliği” ile aldığı ve geçen 2 Eylül’de açıklanan kararında verilen uyarı cezasıyla Padak’ın Anayasa’nın 26’ncı maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine hükmetmiştir. AYM, bu kararında söz konusu afişin “içerik ve biçim itibarıyla hakaret, şiddete teşvik, nefret söylemi veya isyana teşvik gibi bir içerik taşıdığının iddia edilmediğine” dikkat çekiyor.
Kararın ağırlık taşıyan yönlerinden biri, üniversitelerde ifade özgürlüğü konusunda yapılan şu değerlendirmedir:
“Bilimsel üretimin merkezlerinden biri olarak kabul edilen üniversitenin yerleşkesinde ifade özgürlüğü ortamının oluşturulması zaruridir. Bir kamu kurumu olmakla birlikte ceza infaz kurumu, karakol veya örgün eğitim yeri niteliğinde olmayan üniversitelerde ifade özgürlüğüne yönelik müdahalenin istisnai olması esastır. Bu bağlamda özgür düşüncenin ve eleştirel aklın beşiği olarak görülen akademide farklı düşüncelere sahip olan, ifadelerini açıklama şekilleri keskin olabilecek üniversite öğrencilerine daha fazla hoşgörü gösterilmesi gerekmektedir.
İfade özgürlüğü, üniversite öğrencileri de dahil olmak üzere herkesin görüş ve fikirlerini serbestçe anlatabilmesi, başkalarına aktarabilmesi ve yayabilmesi imkânına sahip olması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla üniversite öğrencileri, söz konusu görüş ve fikirler tartışmalı olsa veya rağbet görmese dahi ifade etme özgürlüğünün sıkı korumasından yararlanmalıdır.”
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yakın zamanda baktığı ilginç bireysel başvuru dosyalarından birinde ünlü çizgi kahraman Red Kit’te sıkça karşımıza çıkan Daltonlar çetesinden “Avarel” de var. Daha doğrusu, birini “Avarel” diye nitelemenin hakaret olarak değerlendirilip verilen bir hücre hapsi cezasının Anayasa’ya uygunluğunu konu alıyor bu başvuru.
Mahkemenin aldığı karara geçmeden önce dosyanın içeriğine kısaca bakalım.
SUÇ: ‘AVAREL DEMEK APTAL İMASI YAPMAKTIR’
Başvurucu, 15 Temmuz 2016’da anayasal düzeni ortadan kaldırma suçunu işlemekten tutuklanarak Ankara 28’inci Zırhlı Tugay Komutanlığı Davası’nda yargılanan, (Yarbay) Mehmet Günhan Baysan’dır. Sanık, 2018 yılında ağır ceza mahkemesinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılır. Dosyasının halen Yargıtay’da olduğu anlaşılıyor.
Baysan’ın Sincan Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu’nda kaldığı odada infaz görevlileri tarafından 2018 yılında yapılan bir aramada kendisine ait günlük bulunur.
Günlük üzerindeki incelemenin ardından bazı sözlerin hakaret ve iftira niteliğinde olduğu belirtilen bir tutanak tutulur. Tutanak, Cezaevi İnfaz Kurumu Disiplin Kurulu Başkanlığı’nın disiplin soruşturmasına konu olur.
Soruşturma sonucunda Baysan’a 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun’un 44’üncü maddesinde düzenlenen “Kurum görevlilerine hakaret veya tehditte bulunma eylemini” gerçekleştirdiği gerekçesiyle yedi gün hücre cezası verilir.
Hakaretin dayanağı? Disiplin Kurulu’na göre,
Özellikle 2013 başına gelindiğinde ŞİÖ başlığı üzerinde yürüyen tartışmalarda dış politika alanındaki kanaat önderleri, köşeyazarları ikiye bölünmüş durumdaydı.
Birinci grupta olanlar, Erdoğan’ın ŞİÖ meselesine tam üyelik müzakerelerini durduran Avrupa Birliği’ne tepki olarak pazarlık gücünü artırmak için taktik amaçla başvurduğunu savunuyordu. İkinci grupta olanlar ise kayda geçirdiği görüşlerin gerçekte Erdoğan’ın samimi bakışını yansıttığını, dolayısıyla önemsenmesi gerektiği kanaatindeydiler. Bir de her iki hedefi birlikte gözettiğini belirtenler vardı.
Bu satırların yazarı, 2013 Ocak ayı sonunda “Şanghay Beşlisi” üzerine kaleme aldığı üçlü bir yazı serisi içinde “ikinci görüşe itibar ettiğini” belirterek, “Başbakan’ın yüzünü doğuya çevirdiğine işaret eden Şanghay Beşlisi konusundaki çıkışının aslında gönlünden geçenleri yansıttığını söylemek hata olmaz” diye not düşmüş.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, o günlerdeki münazaranın dönemin koşulları içinde biraz soyut, teorik bir tartışma gibi durduğunu fark ediyorum. Bundan 10 yıl önce soyut görülebilen bir konu, önceki gün ve dün Özbekistan’dan yansıyan Şanghay Zirvesi aile fotoğrafı görüntüleriyle somut bir gerçeklik olarak karşımızda yerleşmiştir.
Cumhurbaşkanı’nın fotoğraflardan yansıyan ruh hali, o ortamda bulunmaktan dolayı duyduğu memnuniyeti kuvvetli bir şekilde gösteriyor.
*
Bundan on yıl önceki tartışmaların bugünle kıyaslandığında, her şeye rağmen göreceli olarak daha sakin bir konjonktürde cereyan etmiş olduğunu söylemeliyiz. Örneğin, o zamanlar Suriye’de Fırat’ın doğusunda PKK’nın uzantısı YPG/PYD’nin kontrolü altında olan, ABD’nin güdümündeki bir özerk yönetim ve bunun Türk-ABD ilişkilerinde yarattığı çatlak yoktu. 15 Temmuz kalkışmasının Pensilvanya’da yaşayan Fethullah Gülen üzerinden bu ilişkiler üzerinde yüklediği bir basınç söz konusu değildi.
Türkiye ile Rusya ile bugünkü ölçülerde yakınlaşmamıştı. S-400’ler diye bir konu gündemimizde yoktu. Dolayısıyla Türkiye ABD’den yaptırım görmüyordu. AB ile müzakereler durmuş olsa da, en azından kurumsal diyalog bugünkü gibi bir belirsizlik alemine kaymış değildi. Avrupa Konseyi ile ilişkilerimizde bugün olduğu gibi bir krizden söz edilemezdi.
Bu, Hürriyet’te 13 Ocak 2005 tarihinde yayımlanmış olan, gazetemizin Moskova temsilcisi Nerdun Hacıoğlu’nun imzasını taşıyan bir haber. Rusya lideri Vladimir Putin’in Kazakistan ziyareti sırasında yaptığı bir açıklamayı konu alıyor.
Putin’in bu ziyareti, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 10-11 Ocak 2005 tarihlerinde Moskova’ya yaptığı gezinin hemen ertesine rastlamış. Putin, açıklamasında Erdoğan ile görüşmesinin ilginç bir boyutunu anlatıyor.
Putin, Kazakistan’ın Almati kentindeki açıklamasında şöyle konuşmuş:
“Dün Türkiye Başbakanı Sayın Tayyip Erdoğan’ı Moskova’da misafir etme, onunla detaylı görüşme imkânım oldu. Temaslarımız sırasında Erdoğan’dan ülkesinin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne büyük ilgi duymaya başladığını memnuniyetle öğrendim. Türkiye’nin dile getirdiği bu ilgi bence önemli bir pozitif sinyal olarak algılanmalı.”
Habere göre, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev de Putin’in bu açıklaması üzerine söze girerek “Türkiye’yi her zaman aralarında görmekten memnuniyet duyacaklarını” belirtiyor.
Kazakistan, o tarihte Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kırgızistan ve Tacikistan’la birlikte ŞİÖ’nün beş üyesinden biridir.
*
Yayımlandığı tarihte Türk kamuoyunda nedense üzerinde pek durulmayan bu haber, aslında
Türkiye’nin AB’ye tam üye adaylığını gözden geçirmesi karşılığında Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) katılması konusunun o dönemde Başbakan olarak görev yapan Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Lideri Vladimir Putin arasında bir espri gibi konuşulduğunu, Erdoğan’ın bir TV mülakatı üzerinden öğrenmiş olduk.
Bundan 10 yıl önceydi. Erdoğan, 26 Temmuz 2012 tarihinde Kanal 24’te gazetecilerin sorularını yanıtlarken, AB’ye dönük hoşnutsuzluğunu aktardığı uzun ifadelerden sonra herkesi şaşırtan şu açıklamayı yapmıştı:
“Geçenlerde Rusya seyahatimde Putin’e şöyle bir latife yaptım. Dedim ki, ‘Zaman zaman bize takılıyorsun. AB’de ne işin var?’ diyorsun. O zaman ben de şimdi size takılayım, ‘Hadi gelin bizi Şangay Beşlisi’ne dahil edin, biz de AB’yi gözden geçirelim’... Mesajı ben devamlı veriyorum oraya, ‘Başka arayışlara bizi götüreceksiniz’ diyorum.”
Böylelikle, “Şanghay Beşlisi” meselesi Türk dış politikasıyla ilgili tartışma başlıklarının arasına sert bir giriş yapmıştır. O dönemde dış politikada beliren başka yönelişlerle de birleşerek “eksen kayması” tartışmalarına da ivme vermiştir.
AB’YE KARŞI MESAJ OLARAK BAŞLADI
Konuya devam etmeden önce bir noktanın altını çizmeliyiz. Erdoğan, bu çıkışını tam üyelik müzakerelerini durdurdukları gerekçesiyle AB’ye duyduğu tepkiyi açıkladığı, Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanlığı görevinden o sırada yeni ayrılmış olan Nicolas Sarkozy’yi açıkça “süreci baltalamakla” suçladığı uzun bir eleştirinin hemen sonunda yapıyor. Bu arada, Merkel ve Sarkozy işbaşına gelene kadar kendisinin AB liderler zirvelerine de katılabildiğini, ancak sonradan dışlandığını hatırlatıyor.
“Şanghay Beşlisi” meselesini de bu bağlamda gündeme getiriyor. Zaten AB liderleri karşısında bunu “Bizi dışlamaya devam ederseniz biz de Şanghay Beşlisi arayışlarına gireriz” şeklinde bir pazarlık kartı olarak kullandığını gizlemiyor Erdoğan. Putin’e söylüyor ama AB’ye “Siz anlayın” diyor, bir bakıma.
Tabii,
Milliyet gazetesinin dış haberler müdürü Sami Kohen, Londra’daki bir İngiliz meslektaşından gelen telefondan, o sırada Hindistan’ı ziyaret etmekte olan Kraliçe Elizabeth’in Londra’ya dönüş yolunda Ankara’ya uğrayıp bu konuda girişimde bulunacağını öğrenir. Bunun üzerine apar topar Ankara’ya gider.
O tarihte 35 yaşında olan Kraliçe ve eşi Prens Philip’i taşıyan uçak, 6 Mart 1961 günü Esenboğa Havalimanı’na iner. Kraliçe Elizabeth ile dönemin Devlet Başkanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel arasındaki görüşme Esenboğa’nın protokol salonunda gerçekleşir ve 40 dakika kadar sürer. Kraliçe, buluşmadan sonra uçağa biner ve Londra’ya doğru hareket eder.
Kohen’in yazdığına göre, Türk tarafı görüşmenin içeriğiyle ilgili bilgi vermekten kaçınmıştır. Buna karşılık İngiliz tarafı, daha sonra Kraliçe’nin Batı adına “Menderes ve diğerlerini idam etmeyin” mesajını getirdiğini gazetecilere doğrulamıştır. Bu haberin o günün koşullarında Türk basınında olmasa da Batı basınında yankı bulduğu anlaşılıyor.
BİRLEŞİK KRALLIK’IN SONUÇSUZ KALAN HAMLESİ
Önemli bir ayrıntı var tam bu noktada. Yassıada davalarının (toplam 19 dava) 27 Mayıs 1960 tarihindeki darbeden beş ay kadar sonra ekim ayında başlamasına ve peyderpey sonuçlanmasına karşılık, “Anayasa ihlali” suçlamasından açılacak olan ana dava o tarihte henüz başlamamıştır. Bu davanın ilk duruşması 11 Mayıs 1961 tarihinde görülmüştür. Kraliçe’nin Ankara’ya uğrayarak yaptığı girişim, bundan iki ay kadar önce gerçekleşmiştir.
Burada sergilenen diplomasi hamlesi, Birleşik Krallık’ın bu dava daha başlamadan Kraliçe’yi bizzat devreye sokmak suretiyle Menderes hakkında idam cezası çıkmasını frenlemeye çalıştığını gösteriyor.
Yassıada Komutanı Yarbay Tarık Güryay’ın “Bir İktidar Yargılanıyor” başlıklı hatıratında, kendisiyle sık sık dertleşen ve idam cezasına karşı olan Cemal Gürsel’in, Kraliçe Elizabeth’in bu konudaki hassasiyetine değindiği yazılıdır.
Buna göre
Bu hadise bir zaferse, tabii ki 100’üncü yıldönümü de ayrı bir coşkuyla kutlanır. Bu yıl “Büyük Taarruz” ve hemen ertesinde İzmir’in Kurtuluşu’nun 100’üncü yıldönümleri her zamankinden çok daha kuvvetli bir coşkuyla kutlandı.
Genellikle İzmir’in kurtuluşu da Büyük Taarruz’un, bu çerçevede Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın sahadaki son sahnesi olarak görülür. Nedense Bursa’nın bundan tam iki gün sonrasına rastlayan 11 Eylül 1922 tarihindeki kurtuluşu biraz gölgede kalır. Oysa milli mücadelede Yunan Ordusu’na karşı sahada mücadelenin sonuçlandığı en son yerlerden biridir Bursa.
Üstelik Bursa’nın kurtuluşunun Osmanlı Devleti’nin ilk döneminde başkentliğini yapmış bir şehrin kurtarılması anlamında ayrı bir değeri vardır. Bursa’nın işgal edildiği 8 Temmuz 1920 tarihi, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde gözyaşlarının döküldüğü bir gündür. TBMM kürsüsü iki gün sonra verilen bir önergenin kabulüyle siyah bir örtü (puşide-i siyah) ile kaplanmıştır. O siyah örtü Bursa kurtulana kadar kürsüde kalmış, bütün vekillere Bursa’nın işgal altında olduğunu hatırlatmıştır.
Yunan subaylarının Bursa’yı fetheden Orhan Gazi ile babası Osman Gazi’nin türbelerine girip hatıra fotoğrafı çektirmeleri herkesi yaralamıştır o günlerde. Mehmet Akif Ersoy, Orhan Gazi’nin kabrinin “çiğnenmesi”ni de anlattığı ünlü “Bülbül” şiirini Bursa’nın işgali üzerine kaleme almıştır.
Meclis’in kürsüsünün üstüne çekilen siyah örtü, 11 Eylül 1922 tarihinde, yani Bursa’nın kurtulduğu gün kalkmıştır.
Önceki gün, Bursa’nın kurtuluşunun ve siyah örtünün kalkışının 100’üncü yıldönümüydü. Bursa’da düzenlenen resmi bir törenle kutlandı bu özel yıldönümü.
*
Evet, savaşı kaybetmiş olan Yunan Ordusu’nun çekilmek dışında bir seçeneği kalmamıştı. Ancak yine de savaşın bu son aşaması da kritik çatışmaların yaşandığı, ciddi kovalama, kuşatma harekâtlarının gerçekleştirildiği bir dönem olarak karşımıza çıkıyor.