Paylaş
Tabii konu ulusal güvenlik olunca, devletin karar alma mekanizmasının işleyişinde tehdit değerlendirmeleri ve bu tehditlerin önceliklendirilmesinin önemli bir meşguliyet olduğunu da gözledim.
Devletin güvenlik, savunma politikaları önemli ölçülerde bu tehdit değerlendirmelerine göre şekillendiriliyor. Bu değerlendirmeler, devletin bu alanlarda faaliyet gösteren kurumlarının görev talimatları açısından da kuşkusuz önem taşıyor.
Devlet katındaki resmi tehdit değerlendirilmeleri kısaca “kırmızı kitap” olarak bilinen ve büyük bir gizlilik taşıyan ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde önemli bir yer tutuyor. Bu belge Milli Güvenlik Kurulu’nda belli zaman aralıkları içinde tehdit ortamındaki değişikliklere göre güncelleniyor.
İşte bütün bu geçen süre zarfında dış politika ve güvenlik tartışmalarını izlemiş bir gazeteci olarak resmi düzeyde İsrail’in doğrudan Türkiye’nin topraklarına göz koyduğu, bu toprakları içine alacak bir genişleme niyeti taşıdığına ilişkin bir tartışmaya tanıklık ettiğimi pek hatırlamıyorum.
“Resmi düzeyde” diyorum. Bu ayrımın nedenine birazdan geleceğim...
*
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekim tarihinde TBMM’nin yeni yasama yılı konuşmasında İsrail ile ilgili kullandığı ifadeler galiba bu açıdan önemli bir “ilk” olma özelliği taşıyor.
Söylem analizini dünkü yazımda yaptığım bu açıklamada öncelikle dikkat çeken nokta, Cumhurbaşkanı’nın “vadedilmiş topraklar” diyerek, buradaki tehdidin kökenini teolojik bir kaynağa, yani Tevrat’a dayandırmasıdır. Erdoğan, bugün İsrail’de iş başında olan, fanatik sağ kesimlerin ağırlık taşıdığı hükümetin bu yönde bir “ütopya peşinde koştuğunu” söylüyor.
Bununla birlikte, altını çizmemiz gereken bir husus, Erdoğan’ın bunu geleceğe dönük bir öngörü olarak kayda geçirmiş olmasıdır. Erdoğan, “İsrail yönetiminin dini fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır” diye konuşuyor.
*
Günlerdir tartışılan konu budur. Tartışmanın canlı geçmesinin bir nedeni, kutsal kitaplarında Musevilere “vadedilmiş topraklar”ın Nil nehrinden Fırat’a kadar uzanan büyük bir alan için ifade edilmiş olmasıdır.
Tevrat’taki ifadeler geniş bir şekilde yorumlandığında, kastedilen alanın bugün Filistin, Mısır, Ürdün, Irak, Lübnan, Suriye ve Türkiye’nin topraklarının belli bölümlerini içine aldığına hükmediliyor.
Yani bu tasavvurun hayata geçirebilmesi için bir senaryo olarak, İsrail ordusu en azından Türkiye’ye doğru bir güzergâhta önce Lübnan ve Suriye topraklarının da önemli bir bölümünü işgal etmek zorunda kalacaktır.
Bunu yaparken İsrail, ikinci aşamada bugün itibarıyla 85 milyonluk Türkiye’yi, aynı zamanda bir NATO müttefikini, üstelik ittifakın ikinci büyük ordusunu karşısında bulacağını hesaba katmak durumda olacaktır.
Gerçekçi bir zeminde bakıldığında, doğrusu İsrail açısından çok uygulanabilir bir tasavvur gibi görünmüyor.
*
Gelgelelim fanatizmin sınırlarının nerede duracağı da kestirilemez. Bugün İsrail siyaset sahnesinde “Büyük İsrail” hayallerini, özlemlerini yaşatan kesimlerin bulunduğu da bir gerçektir.
Günlerdir sosyal medyada paylaşılan videolarda ‘vadedilen topraklar’ hedefi içinde İsrail’in genişlemesini Tevrat’tan kaynaklanan bir kutsal hak olarak gören İsrailli şahsiyetlere rastlamak mümkündür. Bunlar arasında İsrail’in bugünkü Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in Şam’ı da içeren “Büyük İsrail” hedefinden söz etmesi örnek verilebilir.
Şüphesiz, bu gibi çevrelerden gelen bu ve benzer beyanlar Türkiye’de İsrail’in niyetlerine kuşku ile bakan çevrelerin endişelerini artıracaktır.
*
Bu noktada “vadedilmiş topraklar” meselesinin Türkiye’deki muhafazakâr kesimlerde eskiden beri dile getirilen bir konu olduğunu hatırlayabiliriz. Özellikle İslamcı kesimlerde, bu arada ‘Milli Görüş’ hareketinde de bir hayli rağbet gören bir düşünceden söz ediyoruz.
Dolayısıyla, bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan “vadedilmiş topraklar”dan bahsettiğinde, bu yöndeki çıkışları toplumun belli kesimlerinde ciddi bir karşılık bulabilmektedir.
Ayrıca, İsrail’in bölgede yayılmacı niyetlere sahip olduğu yolundaki bakışı yalnızca İslamcı, muhafazakâr kesimlerle sınırlı görmek de doğru değildir. Bu görüşün Türkiye’deki milliyetçi ve aynı zamanda ulusalcı olarak bilinen kesimler arasında da belli ölçülerde paylaşıldığı bir gerçektir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son çıkışının tetiklediği bu tartışmayla, Türk toplumunun azımsanmayacak bir kesiminde bu konuda zaten var olan kabulün daha da zemin kazanması muhtemeldir.
*
Yine de “vadedilmiş topraklar” hedefiyle İsrail’in Türkiye’nin topraklarının bir kısmını elde etmeyi tasarlaması ve bu yönde bir hamleye kalkışabilmesi pek gerçekçi görünmüyor.
Ancak böyle olması, İsrail söz konusu olduğunda Türkiye’nin tehdit değerlendirmelerinde bu ülkeyle ilgili bir dizi faktöre odaklanması gereğini ortadan kaldırmıyor.
Burada dış politika alanındaki uzmanlar, kanaat önderleri arasında İsrail’in bugün itibarıyla Filistin ve Lübnan’da izlediği askeri stratejiler çerçevesinde savaşı bütün bir bölgeye taşıma, yayma eğiliminin Türkiye açısından yüksek tehlikeler yarattığı, bu anlamda ciddi bir tehdit ortamı oluşturduğu konusunda bir görüş birliğinden söz edilebilir.
İsrail çatışma sahasını genişlettiği ve savaşı tırmandırdığı oranda, bölgede bulunan bir ülke olarak Türkiye de kriz sarmalının doğurduğu bütün sonuçlara, serpintilerine açık kalmaktadır.
Üstelik İsrail’in savaşı genişletme stratejisinde nereye kadar gideceğini bugünden kestiremiyoruz. İsrail ile İran arasında karşılıklı balistik füze saldırılarını içeren devamlı bir savaş halinden, Hürmüz Boğazı’nın kapanması gibi bir kötü durum senaryosuna kadar pek çok ihtimal üzerinde durulabilir.
İsrail’in bu anlamda Türkiye’nin sürekli teyakkuz halinde kalmasına yol açarak geniş ölçekte bölgesel bir tehdit oluşturduğu söylenebilir.
*
Meselenin bir boyutu daha var. O da İsrail’in Gazze’de işlediği insanlık suçları karşısında uluslararası camiada kendisine en kuvvetli itirazı yönelten ülkelerden biri olan Türkiye ile bugün açık bir husumet içinde olmasıdır. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, bu husumette Türkiye’ye zarar vermek amacıyla muhtelif araçları kullanmak yoluna gidebilir.
Eski Şam Büyükelçisi Ömer Önhon, dün “10Haber”deki kapsamlı analizinde bunlar arasında İsrail’in önümüzdeki dönemde PKK terör örgütü ve Suriye’deki uzantısı YPG başta olmak üzere Türkiye karşıtı gruplarla işbirliğini geliştirmesi, Doğu Akdeniz ve Ege’de Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlarla ilişkilerini daha da ileri noktalara götürmesi gibi ihtimalleri sıralıyor. İsrail’in Türkiye’nin ABD’deki çıkarlarına Yahudi lobisi üzerinden zarar verme gayretine girmesi bir diğer ihtimaldir.
*
Bu noktada İsrail’in geçmişte bölgede “Kürt kartı” ile oynamaktan geri kalmamış bir ülke olduğunu da hatırlamamız gerekir. İsrail Gizli Servisi MOSSAD’ın 1960’lı ve 1970’li yıllarda Irak’ı zayıflatmak amacıyla Şah dönemi İran gizli servisi SAVAK ve CIA ile birlikte Barzani yanlısı Kürt peşmerge gruplarına eğitim verdiği bir sır değildir. 1975 yılında İran ile Irak’ın anlaşmaları üzerine bu destek kesilmiştir.
İsrail, sınırlarının doğusundaki iki büyük Arap ülkesi Suriye ve Irak’ın güçlü olmalarını her zaman kendi çıkarları açısından sorunlu görmüştür. Suriye ve Irak’ın kendi iç sorunlarıyla meşgul halde kalmaları, İsrail’in kendi güvenliği bakımından uygun bulduğu bir durumdur.
Her halükârda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son çıkışlarında gündeme getirdiği yeni İsrail tehdidinin Türkiye’nin resmi tehdit değerlendirmelerine nasıl yansıyacağı önümüzdeki dönemin kritik sorularından biridir.
Paylaş