Paylaş
Türk çocuk edebiyatı denince akla ilk gelen isimlerden birisiniz. Nasıl tanıştınız kitaplarla?
Dar gelirli bir aileydik. Kitap alacak gücümüz yoktu. Bir gün yazarlık yeteneğimi keşfeden öğretmenim Ayşe Bumin elimden tuttu, “Yürü kızım, seni yazar olunacak bir yere götüreceğim” dedi ve beni kütüphaneye teslim etti. Yaşıma göre kitaplarla ilkin orada tanıştım ben. 40’lı yıllar Kütahya’da azılı kışların olduğu zamanlardı. Kütüphanede benim boyumda bir soba vardı, içinde çıtır çıtır linyit kömürü yanardı ve o kömür kokusu insanın genzini yakardı, elbiselere sinerdi. Kütüphaneyle adeta bütünleşmişim. Dışarda kar fırtına, ben kütüphanenin sıcaklığında, kitap kokuları arasında kendimi güvende ve rahat hissederdim. Bir de tabii, sanki annem önüme bin bir çeşit yemek koymuş gibi besleniyordum kitaplardan. Her gün hava kararıncaya dek o kütüphanede çalışırdım. Hava kararınca da annem beni almaya gelirdi. Bugün ne zaman linyit kokusu alsam kendimi o çocukluk kütüphanemde, o sıcak ortamda gibi hissederim.
İstanbul’a ne zaman geldiniz?
İstanbul’a 1950 yılında Kütahya’dan göç ettik. Öğretmen olunca… Sarıyer’de bir eve yerleşmiştik. Oğlumu emanet edeceğim en güvenli yer olarak semtin kütüphanesini aradım. Çünkü ben kitap işlerimi izlemek için bazen İstanbul’a iniyordum, dönüşüme dek oğlum orada güvende olsun istiyordum. Eski İstanbullular Eminönü’ne gittiler mi, İstanbul’a gitmiş olurlardı. İstanbul oraydı yani. Ben de Sarıyer’den Cağaloğlu’na giderken “İstanbul’a iniyorum” derdim. Böyle durumlarda oğlumu teslim edebileceğim kütüphaneden başka güvenli yer yoktu. Aradım taradım bir kütüphane buldum. Çocuğu götürüp teslim ettim oraya, gözüm arkada kalmadı böylece.
Peki, ya öğrencileriniz?
1960-70’li yıllar… Nişantaşı’nda Selim Sırrı Tarcan İlkokulu’nda öğretmenlik yapmaya başlamıştım. Kitap okumaya büyük değer veriyordum ama öğrencilerime “Kitap okuyun” demeye çekiniyordum. Ne ile okuyacaklar? Nişantaşı’nın göbeğinde öyle öğrencilerim vardı ki, pantolonu sökülmüş, iç çamaşırı da yok içinde, kıyıdan içi görünüyor… O yıllarda okul görevlileri ailece okulda konaklıyordu. Hemen onlardan iğne iplik ister, bir masa örtüsünü çocuğun beline sarar, oturup pantolonunu dikerdim. Öyle bir yokluk vardı. Böyle bir çocuğa nasıl “Kitap okuyun” diyebilirdim ki? Ama okumazlarsa da hiçbir şey olmayacaklarına inanıyordum, bunu her yerde de söylüyordum. Okul müfredatını uyguluyorduk ama sosyal ve kültürel yönden gereği gibi yetiştiremiyorduk çocukları. Bu, bugün bile hâlâ böyledir. Çocukların hayat bilgisi kanadı eksik kalmıştır hep. Bu nedenle ‘tek kanatlı kuşlar’ derim ben o yavrulara… Bir elinde diploması vardır, ama öteki tarafı işlenmediği için uçamaz, kahvehanelerde kümelenir. Boşa akan çeşmeler gibi…
Yani yıllar boyunca okula gidiyor, diploma alıyor, ama bireysel okumalarla zihnini de besleyip zenginleştiremediği için tek kanatlı kuş oluyorlar, uçamıyorlar…
Evet… Hayattan haberleri olmuyor. Ellerinde diploma olduğu hâlde, hayata atıldıklarında kuru yaprak gibi oradan oraya savruluyorlar. Bu eskiden de böyleydi şimdi de böyle. Gönül isterdi ki, eskiden öyleydi ama şimdi değişti, diyebileyim ama diyemiyorum.
Yunus Nadi Ödülü aldınız ve Cumhuriyet gazetesinde yazı yazmaya başladınız…
Yunus Nadi Ödülü’nü aldıktan sonra Cumhuriyet’te, daha sonra da Milliyet’te yazmaya başladım. 1986’ya kadar da yazdım… Elbette insan kafadan atarak yazamıyor, araştırma yapmak gerek. İşte gene kütüphaneye ihtiyaç duyuyor. O yıllarda Beyazıt Kütüphanesi ve Millet Kütüphanesi vardı, en çok oralara giderdim. Bir de Rumeli Caddesi’ndeki bir kütüphane vardı, eski zaman yapısıydı, hâlâ duruyor o bina. Ancak sonra kütüphaneyi boşaltıp kaymakamlık yaptılar orayı. Ben de elim böğrümde kalakaldım. Bazı şeyleri araştırmak istiyorum, ama kütüphane yok yakınımda. Bizim sobalı ev, Işık Lisesi’nin karşısındaydı. Bir gün Işık Lisesi’ne gittim, müdüre çıktım. “Ben” dedim, “şu karşı binada oturuyorum, Selim Sırrı Tarcan Okulu’nda öğretmenim. Bir de yazma durumum var fakat kaynağım yeterli değil. Ben buranın kütüphanesinden yararlanabilir miyim?” Müdür bey bu isteğime “Kapılar sonuna kadar açık” diye yanıt verdi Allah rahmet eylesin. Ve ben oraya dadandım. Yıllarca, araştırma yaparken o okulun kütüphanesinden yararlandım. Kendi kitaplığım pek zayıftı o zaman. Ben çocuklarıma da öğrencilerime de hep “Evinizde bir kütüphane edinin” diyordum. “Ne ile yapacağız öğretmenim?” derlerdi, “Elma sandığı alın” derdim. O zamanlar manavlarda satılırdı onlar. “Boyayın, süsleyin, aileniz de yardım etsin, okuduğunuz kitapları orada koruyun. Evlerinize gelip göreceğim” derdim, çoğu apartman görevlisinin evine gittim. Bugünkü Şişli Nikah Dairesi’nin olduğu yerde bir bostan vardı. Öğrencim Mustafa’nın babası orada sebze yetiştirip, semt pazarlarında satıyordu. Bir baktım Mustafa çamur içinde perperişan, elma sandığından yaptığı kütüphanesini yüklenmiş, kan ter içinde sınıfa getirdi. Soba boyasıyla gümüş rengine boyamış. Süsleyip püslemiş. Dersin ortası olmuş, şaşırdım. Sırtını, başını okşadım. “Mustafa’m çok iyi ettin, biraz yoruldun ama bunu biraz da kitapla dolduralım” dedim.
Çok duygulanmış olmalısınız…
Hem de nasıl. O zamanlar, Nilüfer Hatun Okulu'na apartman katlarında yaşayan çocuklar gidermiş, bizim okula da binaların borum katlarında yaşayanlar, genellikle de kapıcı çocukları gelirdi. Ecevit zamanıydı. Ben o okulda öğretmenlik yapamazdım. Çünkü anlatılanlara göre orada öyle veliler vardı ki, öğretmene ve idareye akıl öğretmeye kalkıyorlardı. Daha önce Şişli Talat Paşa Okulu'nda bu tür velilerle karşılaşmıştım. Öylelerine karnım toktu. Orada çalışırken, bir gün bir veli geldi, çekmiş kürkleri, ders ortasında tak tak kapıya vurdu. "Ay Gülten Hanım, ben bu çocukla ne yapacağım, hiç ders çalışmıyor evde. Siz bunu azarlamıyormuşsunuz da! Nasıl yürür bu gemi?" dedi. Varlıklı bir aileydiler anladığım kadarıyla, kızlarını ben okutuyordum. Kızın da aklı bir karış havadaydı, güzelce bir kızdı. O kürklü hanım bana "Siz de öğrencilerinize, çok yumuşak davranıyormuşsunuz? Oysa ben kızıma çok sert davranırım. Başka türlü olsam, tepeme çıkar" dedi. Ben de "Ne yapayım, yaradılışım böyle” dedim. "Ay vallahi bu kızdan başka bir beklentim yok. Bari bir öğretmen olsa, razıyım" dedi gözlerimin içine bakarak. Gerçekten de bazı velilerim beni, çocuklara sert davranmamamla eleştirirlerdi. Oysa ben çocukların kalplerine şefkatle girerdim.
Bu konu hâlâ güncel…
Maalesef ki öyle. Çocuklara sert davranarak onların üzerinde etkili olunacağını zannetmek doğru değildir. Okuldayken beni, acil durumlarda, ailem ya da Milliyet gazetesinden telefonla ararlardı. Evde bu olanağımız yoktu. Müdür bey beni sınıftan alt kata telefona çağırırdı. Çocuklara “Evlâtlarım, yanımızdaki sınıflarda ders yapılıyor, sakın gürültü filan yapıp onları rahatsız etmeyelim, beni ayıplarlar, ben de kırılırım size” derdim. Öyle sınıf başkanı filan da yoktu, herkes kendinin başkanıydı. Dönerdim ki, gerçekten de çocukları sessizce oturuyor halde bulurdum. Kimse inanmaz buna.
Bugünlerde ise çocuğu öğretmenin yetiştirip yetiştirmemesi tartışılıyor… Anne baba çocukla ilgilenmeyecekmiş de öğretmen ilgilenecekmiş.
Hiç öyle şey olur mu? Ezelden beri öyleydi bu tartışma. Çocuğuyla ilgilenmeyen, çocuğunu öğretmenin veya başkalarının üstüne yıkanların, çocuğunu doğurup cami avlusuna bırakan anne babalardan farkı yok. Madem dünyaya getirdin, çocuğuna sahip çıkacaksın!
Öğretmenler velilerden, veliler ise öğretmenlerden şikâyetçi! Herkes çocukları düzeltmeye çalışıyor ama kimse kendine bakmıyor. Oysa çocuklar, yetişkinlerden gördüklerini tekrar ediyor aslında… Yetişkin yalan söylüyorsa çocuk da söylüyor sonuçta!
Aynen öyle. Büyük sorumluluktur çocuk yetiştirmek. Çocuğu sofrada beslemek kadar onun sosyal yapısını oluşturup geliştirmek de boynumuzun borcudur. Bu aşamada ders kitapları dışında yazılmış, hayatı işleyen romanlar, öyküler vb. kitaplar velilere çok yardımcı olacaktır.
Çocuk edebiyatı, Türkiye tarihi için yeni bir edebiyat… Bir zamanlar yazılan Ömer Seyfettin kitaplarına bile onca kötü söz edilirken günümüzde yazılanlar arasında ‘yenilikçi edebiyat’ adı altında korkunç içerikler karşımıza çıkıyor. Ömer Seyfettin’i eleştirirken daha iyi bir noktaya gelmiyoruz ama bugün yeni hatalar karşımıza çıkıyorsa geliştiğimiz anlamına da gelmiyor bu durum. Ne dersiniz?
Bundan 15 yıl kadar önce devletimiz bir araştırma yapmıştı. Hayatını kaybeden yazarlardan en çok okunanın Ömer Seyfettin, hayatta olan yazarlardan en çok okunan ise Gülten Dayıoğlu olduğu saptanmıştı. Ömer Seyfettin bize milliyet kavramını içselleştirmeyi, vatanperver olmayı öğretiyor. Evet kitaplarında bazı kanlı olaylar var ama yaşanmış, savaş zamanı yazılmış hepsi. Bir de o yıllarda ‘çocuk edebiyatı’ diye de bakılmamış ki, her yaş için yazılıyor. Ayrı bir edebiyattan söz edilmiyor. Bugün ise çalakalem yazılmış çocuk kitapları da Ömer Seyfettin kitaplarındaki sakıncalı sahneleri içeren kitaplar kadar zarar verecek nitelikte çarpık görüşleri içermekte. Biz “Kimlik sahibi olacağım” derken kimsesizlik batağına sürükleniyoruz. Bir çocuğun ailesine, büyüklerine saygı göstermesi lazım. Öyle kitaplar var ki, özgürlük adı altında bireyi yalnızlaştıran ve birbirine öfke duymasına sebep olan yığınla kitap var artık.
Hatta bazen iki insanın birbirine söylememesi gereken çok çirkin sözleri kitaplarda karakterler kolaylıkla söylüyorlar. Meselâ sizin Fadiş romanınızda baba karakteri kötü bir karakter ama o kötülüğü bile dili kirleterek vermiyorsunuz. Oysa şimdi dili kirletmek ‘moda’ oldu… Bir yazarın mahareti bir şeyi açık açık söylemek yerine hissettirmek değil midir?
Kesinlikle katılıyorum. Kimsenin dili bozmaya hakkı yoktur. Bir yazar, yazarlığının maharetini kelimelerle gösterir. Seçtiği kelimeler de o yazarın aynasıdır. Ben ömrümü iyi, güzel ve doğru olanı aramaya verdim. Yapamadığım zaman yırtıp atmayı da bildim.
Peki, çocuk romanı yazmayı ‘kolay iş’ görenlere ne dersiniz?
Eskiden, bazı kişiler beni birileriyle tanıştırırken “Gülten Dayıoğlu, çocuklara masal filan yazar” diyerek üstü kapalı küçümserlerdi. Hayvanların hekimleri veterinerler, insanların hekimleri uzman doktorlardır. Çocuklarınki ise daha da farklıdır. Anne karnındaki bebeklerin hekimleri daha da farklıdır. Elbette beslenmesi de farklıdır çocuğun. Anne sütü emen çocuğun ağzına pilav tıkabilir miyiz? Boğulur o zaman, dişleri bile yok ki daha… Kitap ise zihnin besinidir. Çocuğa göre olmalı, gelişimine göre olmalı. Biz kim oluyoruz ki, çocuğu bu kadar hafife alıyoruz? Eğer insanımız bedenini üç öğün doyurarak, zihnini de yaşam koçu olan kitapları okumadan, sadece ders kitaplarındaki bilgilerle beslemişse, yarım kalmış kişidir. İsterse hayatta üç üniversite diploması olsun, kimlik olarak yarım kalmıştır. Bu nedenle çocuk kitabı yazma işini kesinlikle hafife almamak lazım.
Hiç anınız var mı bu konuda?
Bir keresinde fuarda imzadayım, bir hanımefendi geldi yanıma. “Gülten Hanım ben sizi okuyarak büyüdüm” dedi, “Maşallah maşallah kızım” dedim. Sonra “Ben emekli oluyorum” dedi, ona da “Maşallah ne mutlu, yaptığınız işte muvaffak olup nihayete erdirmişsiniz” dedim. “Ama ben üzülüyorum. Çünkü evde canım sıkılacak, onun için size geldim. Ben çocuk kitabı yazmak istiyorum. Siz bana bu işin püf noktalarını söyleyin de yazarak oyalanayım emeklikte” dedi. Bir anda beynime kan doldu, nutkum tutuldu. Birkaç kere yutkunduktan sonra “Evlâdım” dedim, “terzilik öğretilir, ayakkabıcılık öğretilir, aşçılık öğretilir ama yazarlık içten gelen bir şeydir. O öğretilemez” dedim. Son zamanlarda ‘yazarlık kursları’ açılıyor meselâ bunu da anlamıyorum. Her şey öğretilir de yazarlık öğretilmez. Kaldı ki, kurslarda öğretilenler sonucunda yazılan yazılar da öğreten kişinin eseridir. “Öğrenerek yazarım” diyen kişi de öğreten kişinin bir şablonudur olsa olsa! Onun için “Bana sormayın, siz yaratın, yazın. Ben de zaman ayırıp okuyayım, eksik fazla bir şey varsa fikir vereyim” diyorum. Evet bu büyük bir yük benim için ama hiç olmazsa daha doğrudur böylesi.
Kimileri çıkıyor “Çocuk kitapları bir kurul tarafından incelesin” diyor, siz de diyorsunuz ki “Hayır, yazarın zihnine zincir vurulamaz!” Öte yandan başkaları “Sakıncalı çocuk kitapları toplatılsın” diyor. Bir yandan da canı sıkılanlar çocuk kitabı yazmak istiyor. Siz de böyle bir ortamda Türk çocuk yazınına kaliteli eserler üretilsin ve yeni yazarlar teşvik edilsin diye Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Vakfı’nı kurdunuz. Her yıl, yayımlanmamış bir dosyayla kurula başvuranlar arasında jürinin seçimiyle bir eser ödüle layık bulunuyor. Nereden çıktı bu fikir?
Son 25 yıldır kitabevlerini dolaşırken öyle kitaplarla karşılaştım ki… Bakıyorum, kitapta anlam arıyorum, bulamıyorum. Üslup arıyorum, bulamıyorum. Çocuğa görelilik arıyorum, onu da bulamıyorum. Kurgu ve anlatımda sorunlar görüyorum, öykünün ana fikri var mı, çocuğa ne geçecek? Hiçbiri yok. Belirgin nitelikte bir çoğunluk, kendi benliğini ve yaşam görüşünü yansıtıyor eserlerde ama bunun farkında değil. Kimi ‘kadın sorunu’ kimi ‘çocuk sorunu’ diyerek ilerliyor meselâ ama bir de öyle bir hâle gelmiş ki “Eserler kesinlikle didaktik olmayacak!” diyorlar, çocuklara akıl verilmeyecekmiş. Kendilerine böyle kural koymuşlar. Herkes bir yanından tutmuş çocuk edebiyatının çekiştiriyor. Didaktizmden kurtulmak için geçmişte ben de çaba gösterdim. Çünkü “Ödünç akıl cepten düşer” atasözüne çok inanırım. Bu karmaşayı gözleyince, etrafıma ailemi topladım. “Bir vakıf kurma fikrim var, ne dersiniz?” diye sordum. Ne olacağını, nasıl olacağını konuştuk. Basılmamış bir dosyaya ödül vermeye, yeni yazarları ve yazar adaylarını teşvik etmeye karar verdik. Amacımız, ödül alan kitaplardan bir kütüphane kurmak... Yazar olmak isteyenler başta olmak üzere herkes o kütüphaneye gitsin, o kitapları okusun istiyorum. Çok büyük yararı olacağına inanıyorum.
Bu büyük bir hizmet… Bundan sonrası için ne hayal ediyorsunuz peki?
Yazının girişinde de belirtiğimiz gibi, Türk insanının en çok tükettiği besin ekmektir, bu sebeple her semtte bir fırın vardır. Zihnin besini ise kitaplardır. Ben zihinsel besinimizi de elde edebileceğimiz, okurlara nitelikli kitaplar sunan, her semte bir çocuk kütüphanesi yapılmasını hayal ediyorum. Bu düşümün gerçekleşmesini çok istiyorum.
Fotoğraflar: Ozan Güzelce
Paylaş