Paylaş
Ne zaman yüksek dağlar arasında bir vadiye kurulmuş evleri ve ortadan şırıl şırıl akan bir dereyi görsem memleketim Gümüşhane’yi hatırlarım. Küçük ama çok şirin bir İtalyan köyüne gittik. Kuzey İtalya’nın Dolomit bölgesinde, UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmış, dağların eteğinde bir otelde kalıyoruz. Etrafta gördüğüm pek çok şey bana tanıdık geliyor. Hani hokus pokus yapıp bir sihirle memleketimde yükselen binaları yıksam, dedemin evi gibi yüksek çatılı, özgün mimarili eski evlerimizi yeniden inşa edebilsem, bahçelere de dut, elma ağaçlarını diksem, çocukluğumun Gümüşhane’sini geri getirebilsem... İşte o zaman Kuzey İtalya’nın Selva Val Gardena’sı ile Gümüşhane kardeş şehir olabilirlerdi.
Ama çocukluğumun Gümüşhane ve Kelkit’i, eski yerli ve kurucu ailelerinin büyük şehirlere göç etmesiyle sahipsiz kalmış, çok değişip dönüşmüştü. Dağlarında yetişen çiçek, bitki ve meyve çeşitliliği dışında ender bulunan kelebek türleriyle yaban hayatı bugün bile çok zengin olan memleketimin, doğal park alanı olarak kalabilmesini isterdim.
Otel sahibimiz aynı zamanda yerel bir şef olan Vincenzo, bizi çok güzel ağırladı. Ataları bu dağlık bölgeye yüzyıllar önce yerleşmiş. 1600-2000 metrede yaşayan dedeleri, Romalılardan kalma Latin dilini çok iyi konuşan ve bu yörenin de en iyi et kurutma tekniğinin mucitleriymiş.
İTALYAN HALKIN ÇALIŞKANLIĞINI ÇOK SEVDİM
Dolomit dağları yerlilerinin bugün bile en büyük gelir kaynağı, hayvancılık ve kurutularak çeşitli şekillerde paketlenip satışa sunulan işlenmiş et sektörü.
Çeşitli kooperatif yapılarıyla denetlenen et ve peynir ürünlerine bir de coğrafi işaret alarak ürünlerini tescil ettirip, markalaştırmışlar.
Yaylaların kuru rüzgarında tıpkı çemensiz pastırma gibi kurutulan etler, sonra da islendirilip, vakumlanıp, etiketleniyor. En önemlisi katma değeri yüksek bir satış rakamıyla market raflarında yerini buluyor.
Yanına da dağlardaki çiçek ve bitkilerden hazırladıkları aromatik çaylarını, reçellerini, ev yapımı peynirlerini, sucuklarını, kuruttukları mantarlarını, ev üretimi makarnalarını dizip, kendilerine müthiş ekonomik gelir sağlamışlar.
Üstelik halkın temel protein ihtiyacını sağlayan et ve süt ürünleri devlet destekli olarak zam almadan satılabiliyor.
Dağına, ovasına, deresine sahiplenmiş, tarım ve hayvancılık geleneklerini, kültürel değerlerini kaybetmemiş bu yerel halkın çalışkanlığını da çok sevdim.
İtalyan arkadaşımız Vincenzo’nun 75 yaşındaki babası, kış aylarında ahır hayvancılığı yapıyor. Çevredeki otellere taze süt satıyor. Vincenzo, “Torunlarımıza yeterli besin bırakmak, havayı, suyu, toprağı kirletmemek, doğal bitki örtümüzü korumak için hepimiz gayret ediyoruz” diyor.
ÇORBA ÇEŞiTLERiNE BAYILDIK
Akşam yemeklerinde bize sundukları çorbalara hepimiz bayıldık. Bizim gurme ikizimiz Ömer en çok kare erişte hamurlu, fasulyeli borlotti çorbasını sevdi.
Bizim evde pişen erişteli mercimek çorbasına benzetti. Üzerine yoğurt döksek Kırıkkale’nin boncuk mantısı havasına gelecekti.
Patates, lahana, mısır, buğday, kuru fasulye ve hamurla yaptıkları geleneksel çorbaları bizim ağız tadımızla çok örtüşüyordu. Hani üzerine onların milli peyniri parmesanı koymayıp da bizim naneli tereyağımızı gezdirsek tam bir Orta
Anadolu çorbası olacaktı. İçi patates dolgulu iri raviolileri, Sivas’ın patatesli hingelini anımsattı bana.
Hani Trabzon ve Rizelilerin kızmayacağını bilsem mısır unu kuymağının üzerine şöyle bir dağ mantarı kavurup dökesim var. Çünkü Kuzey İtalya’nın ünlü yemeği olan mısır unlu polentalarının üzerine gezdirdikleri mantar sosuna bayıldım.
Annemin kelem kavurmasına çok benzettiğim bol kimyonlu lahana salatası ile Bartın’da yediğim umaç çorbasına çok benzeyen spatzle’nin tadı şahaneydi. Tabii nereye gidersek gidelim, güzel ülkemin güzel yemeklerini unutmak mümkün değil.
Sahrap Soysal'ın nefis yemek tarifleri için bizi takip etmeye devam edin.
Paylaş