Müzede Dali’nin empresyonist, fütürist, kübist ve sürreel eserlerinin dışında Antoni Pitxot ve Evarist Valles gibi sanatçıların eserleri de var. Ünlü İspanyol ressam El Greco’nun ‘Aziz Pavlus’ isimli tablosu ve benzeri eserler ise Dali’nin özel koleksiyonu bölümünde müzede sergileniyor. (www.salvador-dali.org) Dali enteresan bir adam, Gala isminde Ukraynalı bir karısı var, kadın biraz despot, kocasıyla ayrı yerde yaşıyor ve sadece izin verdiği zaman kocası ziyaretine gelebiliyor. Söylenenlere göre de Gala genç erkeklere meraklı, karısının sefa anlarında Dali’ye düşen ise çoğu zaman seyirci rolü ama adam gene de karısını seviyor! Bütün resimlerinde ve çalışmalarında ana figür Gala.
Dali aynı zamanda bir pazarlama dâhisi. New York’taki Metropolitan Müzesi’nde sergisi açılacağı zaman almış bir küveti, koymuş müzenin girişine ve başlamış yıkanmaya! Eserlerini yaparken de değişik teknikler uygulamış. Bir seferinde boya kutularına bacaklarını batırdığı kurbağaları tuvallerinin üzerinde zıplatıp, sıradışı çalışmalara imza atmış! Bu arada sanatçının yapmadığı iş yok. Hindistan Hava Yolları için bir reklam hazırlamış, onlar da çok memnun kaldıkları için Dali’ye fil hediye etmişler. Dali de binmiş filine, Figueres sokaklarında dolaşmış. Ahali de ‘Delidir, ne yapsa yeridir’ deyip umursamamış. Deli dâhinin mücevher tasarımları da çok başarılı ve müzede sergileniyor. Dali’nin paraya olan düşkünlüğünü ise bilmeyen yok. Eserlerinin kopyalarını basarken “Hadi biraz para basalım” dermiş. Dali o yüzden sağlığında para kazanıp, lüks içinde yaşayan nadir sanatçılardan.
Kendimi o kadar yorgun hissediyordum ki gezip görmek, keşfetmek yerine sadece durup dinlenebileceğim bir tatil kurguladım. Bu isteğime uygun olacağını düşündüğüm için de soluğu Datça Yarımadası’nda aldım. Her ne kadar Datça’yı gezmesem de etrafındaki koylarda çok güzel zaman geçirdim ve tam da istediğim gibi bir tatil yaptım. Bana göre Türkiye’nin en iyi beş otelinden biri olan ve müthiş bir koyda bulunan D Maris tatil için ilk başlangıç noktam oldu.
Otelin ‘La Guerite’, ‘Zuma’, ‘Nusr’et’ ve ‘Rüya’ dışında yeni bir restoranı daha var: Simi’deki ünlü balıkçı Manos. Türk müşteriler sayesinde büyük bir üne kavuşan Manos’un otelin plajlarından birinde yer alan mekânı çok havalı olmuş. Simi’deki restoranı bunun yanında salaş meyhane kıvamında kalıyor. D Maris’ten sonra rotamı Orhaniye koyuna çevirdim. Amacım bir şefin ayak izlerini takip etmekti. Size 2014’te, o dönemde Amerika’dan yeni gelen, çok yetenekli bir şefi yazmıştım. New York’tan Tokyo’ya, dünyanın pek çok ülkesinde Stone Bars, Gramercy Tavern, Daniel NYC, French Laundry, Noma ve Narisawa gibi Michelin yıldızlı restoranlarda çalışmış olan Melih Demirel müthiş biri. Sıradışı yemekleri ve sunumları ile hem ezber bozuyor hem de kafalarda yarattığı “Bu yetenek bende niye yok” sorusuyla sinirleri bozuyor. Nişantaşı’ndaki İstanbul Frankie’nin yazlık mekânı olan Port Frankie (0549 231 60 02), Martı Hemithea’nın da içinde olduğu marinada açılmış.
İstediğiniz koydan alıyorlar
Bocelli’nin geleneksel Toskana konserlerinin özelliği, her yıl farklı bir temaya sahip olması ve içeriğinin sır gibi saklanması. Bu yıl da biz izleyiciler ne ile karşılaşacağımızı bilmeden gidip, merakla beklemeye başladık. Ve ezber bozan bir işle karşılaştık! Seyircilerin bir kısmının hiç hoşlanmadığı hatta konseri erken terk ettiği ama benim hayran kaldığım bir sürprizi vardı İtalyan tenorun.
Konser değil Andre Chenier Operası’nı izledik. Müthiş bir kast vardı sahnede. Oyuncu, solist ve müzisyenlerden oluşan yaklaşık 250 kişi ve Bocelli! Başta herkesin çok hoşuna gitti çünkü operadan bir bölüm sahneleneceği ve sonrasının konser olarak devam edeceği sanıldı. Ama öyle olmadı ve Bocelli tam dört perdelik bir opera sahneledi. Aylarca çalışmış, konser alanına sürekli gidip gelmiş ve ekiple provalara katılmış. Bana kalırsa yaptığı çok kıymetliydi çünkü sadece şarkılarını söylese bu onun için en kolayıydı. O zor olanı seçip fark yaratmak istemiş, başarmış da... Ama kendini Bocelli’nin en iyi parçalarını dinlemeye ve sadece konser izlemeye hazırlayarak gidenler için pek de motivasyonlarına uygun bir sonuç çıkmadı ortaya.
Siena’nın taşa âşık eden sokakları
Tarih boyunca yolu düşmeyen kalmamış Portekiz’e. Keltler, Fenikeliler, Yunanlar, Romalılar ve Vizigotların olmuş Portekiz. 711 yılında Arapların eline geçmiş ve etkisini hala hissedebileceğiniz bir dönem başlamış. Keşifler zamanında uzak diyarlara giden kocalarını bekleyen gözü yaşlı kadınlara omuz vermiş şefkatle yaslamaları için başlarını... Yalnız kaldıklarında ‘fado’nun hüzünlü ezgileriyle, kavuştuklarında sevinç çığlıklarıyla çınlamasına izin vermiş yedi tepesinin...
Bizim Boğaz’ın yerini tutamasa da geniş bir nehir var kentin ortasından geçen. Tejo Nehri... Hatırı sayılır bir yeri var şehirde. Etkileyici güzellikteki bu doğal liman, gemilere erzak sağlamak için ideal bir yerleşim imiş zamanında. Araştırmacılara göre Lizbon, Fenike dilinde “Güvenli liman” anlamına geliyor zaten. Hepimizin ihtiyacı olan güvenli limanlardan birini doğa kendisi hazırlamış Lizbonlulara, iltimas geçmiş Avrupa’nın en ucuna.
Sagalassos günümüze en iyi şekilde korunarak gelen antik yerleşimlerden biri. Akdeniz’e giden yol üzerinde yer alması ticaretin gelişmesinde önemli bir rol oynamış. Ürettikleri çömlekler için gereken toprak Çanaklı Ovası’ndan sağlanmış. Suyun çokluğu, 1500 metreyi geçen rakım dolayısıyla savunmasının kolay olması konumunun avantajları arasında. Adı burada binlerce yıl önce yaşayan Hititlerin bir kolu olan Luwilerden geliyor, Sagalassos 11. yüzyıldaki kayıtlara Agalassu Piskoposluğu olarak geçince aşağıdaki ilçe de zamanla Ağlasun olarak adlandırılmış, Antik kentin son derece kültürlü bir aristokrasisi varmış, bu da sanatın kalitesinin diğer kentlerle kıyaslandığında çok daha yüksek olması sonucunu doğurmuş. Sagalassos’taki en etkileyici yapılardan biri ise geçmişin büyük kahramanları için yaptırılan ve dans eden kız figürleri ile dekore edilmiş bir Heroon. Birbirlerinin şallarından tutmuş 14 kızın betimlendiği friz gerçekten görülmeye değer. Kendine özgü mimarisi ile anıt, kahramanların hak edeceği bir güzellik ve zarafet sergiliyor.Yaklaşık 14 metre yüksekliğindeki eser Sagalassos şehri için çeşitli kahramanlıklar gösterenler onuruna yapılmış, zaten ‘Heroon’ kelimesi de “kahramanlar için yapılmış anıt” anlamını taşıyor.
Yükseklerdeki gösteri
Wimbledon’a özel jet
24 Haziran’da ana tablo maçları her gün 14.30’da başlayacak ve gün boyunca üçer maç yapılacak. 30 Haziran Cumartesi 16.30’da ise final maçı ile turnuva sona erecek. Biletler, Biletix üzerinde satılacak. Türkiye Tenis Federasyonu’na kayıtlı lisanslı oyuncular ile tüm öğrenciler turnuvaya ücretsiz olarak davetli. Dünyanın yedinci, Türkiye’nin tek çim kort turnuvasında tekler finalistlerini Wimbledon’a özel jetle gönderecekler.
Geçen yıl ilki yapılan turnuva dünyada izlenme ölçümleriyle spor organizasyonu olma özelliği taşıdığı için dünya medyasına 178 saat yayın kapsamıyla 7 milyon seyirci kitlesine ulaşmıştı. Wimbledon’dan bir hafta önce oynanacak olan Turkish Airlines Antalya Open, sezonun üçüncü Grand Slam’i öncesi büyük önem taşıyor. Tüm yıl tenis takvimi içerisinde çim kortta oynanan sekiz ATP turnuvasından biri olarak öne çıkıyor. Ülkemiz ve Antalya’nın tanıtımına büyük katkısı olacak turnuvanın toplam para ödülü 486 bin 145 Euro olacak. Tenisin yıldızları Kaya Palazzo Resort Belek’te tekler ve çiftler kategorisinde kupa için ter dökecek.
Tenisin yıldızları Antalya’da
İklimi hem kaderini hem de adını belirlemiş. Etrafını çeviren Kafkas Dağları nedeniyle soğuğun daha az işlediği ılıman bir iklimi var Tiflis’in. İsmini de, ‘ılık’ anlamındaki ‘Tbili’den aldığı söyleniyor.
Şehrin ana caddesi Rustaveli, dolayısıyla da en kalabalık ve en hayat dolu yerlerinden biri. Orta çağda yaşayan şair Shota Rustaveli’nin adını taşıyan cadde sadece bir gör-görül mekânı değil. İki yanına dizilmiş tarihi binaları, her akşam hınca hınç dolan tiyatro ve konser salonları ve müzeleri ile şehrin kalbinin kültür için attığının da en büyük göstergesi. Rustaveli’deki kafeler şehrin en zarif soluklanma noktaları. Caddeyi boydan boya geçince ulaşacağınız yer ise ünlü Özgürlük Meydanı. Gürcistan Parlamento Binası 2012 yılında Kutaisi’deki yeni bina hizmete girene kadar milletvekillerinin çalışmalarına ev sahipliği yapmış. Rustaveli’de yürürken eski Parlamento Binası’nı görmemeniz imkânsız, yapı bol sütunlu ve görkemli görüntüsüyle hemen dikkatinizi çekecek. Akşam saatlerindeki ışıklandırma ile azameti daha da artıyor. Kaşveti Kilisesi eski bir kilisenin yerine 1910 yılında inşa edilmiş. Bir orta çağ kilisesinin mimari planı uygulandığından yapıldığı dönemden çok eskileri çağrıştırıyor. Freskleri görmeye değer. ‘Taş doğuran’ ya da ‘Doğan taş’ anlamındaki adını haksız yere suçlanan bir papazın efsanesinden alıyor.
Kilisenin yakınındaki Ulusal Galeri de Rustaveli Caddesi’nin yıldızları arasında. Tiflis’in en büyük müzesi olan ve Ulusal Müze tarafından yönetilen Gürcistan Simon Janashia Müzesi’nde sadece Gürcistan’ın değil tüm Kafkasların tarihini gözler önüne seren objeleri görme imkânınız var. İlk olarak 1852’de kurulan müze zaman içinde farklı isimlere sahip olmuş bugünse ülkenin ünlü bir tarihçisinin adını taşıyor. İlk çağlardan günümüze kadar arkeolojik ve etnografik eserlerin kronolojik sırayla sergilendiği Simon Janashia Müzesi’nde en fazla ilgiyi yaklaşık 2 milyon yaşındaki fosil çekiyor. Mücevher koleksiyonundan ise şimdiye kadar büyülenmeyen olmamış. Tarihe meraklıysanız yine Gürcistan Ulusal Müzesi şemsiyesi altında olan Tiflis Tarih Müzesi, Gürcistan Sanat Müzesi, Sovyet İstilası Müzesi ve Etnografya Açık Hava Müzesi’ni de listenize alabilirsiniz. Ülkedeki en eski opera binası olan Tiflis Opera ve Bale Tiyatrosu 1851 yılında açılmış. Aynı cadde üzerinde iki muhteşem tiyatro binası görmek Tiflis’in sanata verdiği değerin de kanıtı. Rustaveli Ulusal Tiyatrosu ülkedeki en büyük tiyatro binası özelliğini taşıyor. Rokoko tarzının tüm ihtişamını taşıyan yapı süslemeleri ile göz dolduruyor.
Gözünüzün alabildiğine yamaçlar, eski, renkli evler ve masmavi bir denizle dolu manzaranın içinde geleneksel hayatı yaşamaya hazır mısınız? Haydi… Başlayalım o zaman dünyanın en güzel rotalarından biri kabul edilen Amalfi sahillerini gezmeye.
Amalfi kıyıları, limanların da etkisiyle yüzyıllardır önemli bir tarihi birikimini içinde barındırıyor. Pek çok mitolojik hikâyeye konu olmuş, körfez boyunca sarp yamaçlara kurulmuş, küçük renkli kasabalarıyla cennetten bir köşe. Amalfi kıyıları boyunca en ünlü kasabalar Sorrento’dan başlayarak sırayla; Sorrento, Positano, Praiano, Amalfi, Ravello ve Salerno olarak dizilmişler. Körfezin en doğu ucu Salerno’dan, en batı ucu Sorrento‘ya kadar muazzam manzaralar eşliğinde gezilecek yerler sunan koy 69 kilometre uzunluğunda.
Haziran ve Eylül en güzel zaman
Ama önce birkaç ipucu vereyim geleceklere. Çünkü zorlu bir yolculuk var sizleri bekleyen. Öncelikle kasabalar küçük olduğu için Temmuz ve Ağustos oldukça yoğun bir dönem. Bu dönemlerde konaklamak için yer bulmak da oldukça zor ve pahalı. Bu aylarının dışındaki aylar daha sakin ve ucuz. Mayıs ayının sonları ve Haziran ayı ile Eylül ayları hem daha az kalabalık hem de daha ucuz olması açısından iyi seçenek olabilir. Amalfi’de konaklama genelde biraz pahalı, bu sebeple küçük kasabalarda ev kiralamak akılcı bir seçenek olabilir. Yaz boyunca dünya jet sosyetesini ağırlayan Amalfi sahilleri sonbaharda huzura kavuşuyor, yenileniyor ama. Kasabaların hemen hepsine otobüsle toplu taşıma ile ulaşılabilirsiniz. Ama araba kiralamak yine de avantajlı, çünkü kasabalar arası yolculukta yol boyunca da muhteşem manzaralar var.