Acıklı bir hikâye

MÜTHİŞ bir kış... Her taraf kar içinde... Dereler tepeler donmuş...

Kar yalnız çatıları örtmez, değil mi? Toprağı da örter. Bu örtü bazen bir metreyi geçer.

Kar her tarafı beyaz bir keçe gibi örtmüştü. Toprak gözle görülemiyordu. Toprağı görmek için karları süpürmek gerekirdi. Oysa bu işlem yalnız sokaklarda yapılır. Sokaklarsa asfalt ya da taş döşelidir. Üzerinde hiç yenecek bir şey bulunmaz.
Gıdasını yerden alan hayvancıkların durumunu bir düşününüz. Tüm dünyanın yüzü, şekersiz bir su dondurması kaplı... Bunu yemeye kalksalar hemen donacaklar!
* * *
İşte, yeryüzü böyle feci bir biçimde iken, bir bahçenin orta yerinde, mini mini serçecik titreyip duruyordu. Bir haftadır bir şey yememişti.
Zavallı serçenin son yediği şey, bahçeden geçen bir çocuğun elinden düşürdüğü pasta parçasıydı. Artık işte ölecekti. Azrail çevresinde dolaşıyordu.
Serçe o denli aç, o denli bilaçtı ki... Açlıktan mini mini kanatlarını dizlerine vuruyor:
“Ölüyorum, ölüyorum!” diye ötmek istiyordu. Ama ötemedi. Çünkü sesi çıkmadı.
Minik serçecik açlıktan ölmek, soğuktan donmak üzere idi.
Onun bu umutsuz durumu, tüm evreni yaratan Allah’ın gözünden kaçmadı. Fırtına, tipi, bora içinde zavallı yaratığın yavaş yavaş can çekişmekte olduğunu gördü. Oraya ağır yüklü bir sürücü atı gönderdi.
At, serçenin bir buçuk metre uzağından geçiyorken, sanki ruhani bir ilhama mazhar olmuş gibi, gayet hayırlı bir şey yaptı. Yani oraya bir kucak taze gübre bıraktı.
“Gübre” deyip geçmeyiniz. İnsan için el, ayak, kuş için kanat, geyik için boynuz, vapur için baca, uçak için pervane ne ise “gübre” de tarım için odur.
Gübresiz ekip-biçme olmaz. Eğer atlar, eşekler, inekler, bu değersiz gibi görünen değerli maddeyi bize bağışlamamış olsalar, buğday yetişmez, tarlalar cansız kalır. Tarlalar çöl olduktan sonra, biz de açlıktan mahvoluruz.
* * *
Biz konumuza gelelim...
Serçecik, bir buçuk metre ötesinde gayet taze bir gübre yığını görünce mahmur gözlerini açtı. Tin tin sıçradı. Hafif, beyaz bir duman çıkaran bu koyu sarı maddenin başına geçti. İçindeki arpaları birer birer topladı. “Topladı” deyince bir yerde biriktirdi sanmayınız. Topladıkça yuttu. Boş kursakçığı doldu, davul gibi şişti. Donan ayaklarına hareket geldi. Kanatlarını kımıldattı. “Pırr” diye uçtu. Bahçenin yanındaki dama kondu.
Gübre yığınından yediği arpalarla iyice doyan kuş avazı çıktığı kadar ötmeye başladı:
“Cik, cik, cik...”
Bu sırada bahçeye bir çocuk çıktı. Elinde bir av tüfeği vardı.
Damın üzerinde “Cik, cik, cik”  diye öten serçeye baktı.
Tüfeği kaldırdı. Cilalı, ceviz tahtasından yapılmış olan dipçiği, sağ omzunun oyluk kemiğine dayadı.
Onun bu durumunu serçe görmüyor, ha bire “Cik, cik, cik” diye ötüyordu.
Çocuk, güzel bir nişan aldı ve tetiği çekti:
“Bumm...”
Serçecik vuruldu... Ölüsü karların üzerine düştü...
* * *
Yukarıdaki yazının aslı İngilizce olup, birçok dilde yayınlanan bir hikâyedir. Türkçeye Ömer Seyfettin çevirmiştir.
Bu hikâyeden alınacak ders nedir?
Kıssadan hisse... İnsan, bir halt yediği zaman, damın üzerine çıkıp bağırmamalıdır!
Bugün, her şeyi berbat ettikleri halde ortaya çıkıp bağıranlara ders olur mu acaba?
Yazarın Tüm Yazıları