Paylaş
Geçmeyen grip yapmışlar ve üstümde deniyorlar sanki. Bir türlü kurtulamadım şu hastalıktan. Tam bitti diyorum, hoop bi’ üşüme, aynı anda bi’ İsmail Türüt terlemesi sar baştan. Hal böyle olunca,
İstanbul’a da Sibirya’dan kar gelince sevgiliyle aklımıza süper bir fikir geldi! Yazları daha sıcak; kışları daha soğuk yerlere tatile gitmek... Sıcak yere gitmek deyince vizyonum bizim yazlıktan öteye gidemediği için romantik kar tatilimizi Alaçatı’da geçirmeye karar verdik.
Alaçatı’da in cin top oynuyor, yazın balık istifi gibi herkesle akraba olarak dolaştığımız sokaklarda sadece biz varız. Eve bi girdik, babam klimayı eve götürmüş çalarlar diye. Utanmasa koltukları da götürecekmiş o ayrı mevzu! Evdeki şömineyi angaryaları ortalıktan kaldırmak için kullanırdık, kapalı mı açık mı, yanar mı söner mi en ufak bir fikrim yok. Ev buz. Hohlayarak ısıtıyoruz birbirimizi. Montumuzun üzerinde iki tane daha battaniye var, hâlâ nasıl ısınabiliriz diye planlar yapıyoruz. Her taraf kapalı. Odun modun bulmamızın imkânı yok. Biz de iki sevgili ne yaparsa, onu yapmaya karar verdik. Aklına gelen şey değil. Montla oturuyoruz diyoruz!
SOĞUKTAN BEYNİ DONAR MI?
Bu arada evde internet yok, ikimiz de interneti vücudunda bir uzuv olarak gören insanlar olduğumuz için bir süre sonra garip geldi bu durum: “Aa senin sakallarında kızıllık varmış!”, “Konuşurken alt
dudağın sağa mı kayıyor?”... İlişki oyunlarından oynayalım dedik: “Hadi bir şeyler itiraf edelim sonra birbirimize hiç kızmayalım”. Sonuçta tabii kimse bir itirafta bulunmadı. “Bak, ölüyoruz, son nefesimi veriyorum,
Allah’ın adını ver, beni aldattın mı, yemin ederim bişi yapmayacağım” diye yalvar yakar diller döktüm ama yemedi. Son harften isim türetmece oynadık, daha ilk soruda eski sevgilisinin adını söyledi, üzerindeki battaniyeyi aldım. Belki soğuktan beyni donar da hafızasını kaybeder.
Baktık, soğukla baş edemiyoruz; “Odun çalalım, hatta oraya parayı bırakırız, hırsızlık olmaz” dedik. Ardından baklava çalan çocuklar aklımıza geldi. Tüm ülkeye tecavüz etsek daha az ceza alırız, bir de alkışla madalya takarlar diye vazgeçtik.
Artık benimki dayanamadı, adamın içindeki sayko hortladı ve evdeki sandalyeleri şömineye attı. Altı sandalyeyi bir saatte tükettik.
Onlar alev alsın diye de üzerimizdeki battaniyelerden birine de acımadık yaktık. Uyuyacaktık ama bu kez de birbirimizi “Yaşıyor musun, uyudun mu? Sen uyursan herkes ölür, kalk kalk!” diye sabaha kadar dürttük durduk.
SOL CAYIR CAYIR, SAĞ MOSKOVA!
Ertesi gün oldu, sabahın köründe oduncuya gittik, çuval çuval odunaldık eve getirdik. Gelgelelim odunlarımız ıslak zeytin çıktı ve üzerine benzin de döksek yanmadılar. Tekli koltuğu şömineye sığdırabilir miyim diye düşünürken, benimki yeni odunlarla daha doğrusu yeni tahtalarla geldi. Nihayet ısınacaktık ve kulaklarımız kopmaktan kurtulacaktı. Yalnız bir sorunumuz vardı, bir çuval odunu bir saatte tüketmiştik. Bir çuval, bir çuval derken bir baktık orman yakmışız neredeyse.
Bu arada nöbetleşe nöbetleşe uyuyoruz, hayatımızda izlemediğimiz kadar televizyon izliyoruz. Haberlerde “Sizin sonunuz da böyle olabilir” der gibi sürekli soba zehirlenmesi olayları veriliyor. Bu şömine denen şey de havalı mavalı bir şey ama bildiğin elektrikli soba gibi ısıtıyor. Sol yanağın cayır cayır yanıyor, sağ yanağın Moskova!
Tuvalete gitmek zaten zulüm, biriktirme yönteminde uzmanlaştık. Bir de mangal yapar gibi dikkatin sürekli orada.
Baktık biz bu işin içinden çıkamıyoruz, şömine karşısında şarap romantizmi falan filmlerdeki kadar zahmetsiz olmuyor, İstanbul’a dönmeye karar verdik. Şu an battaniyenin altında gözlerimden alev fışkıra fışkıra, ıhlamur içip, iyileşmeyi bekliyorum. Bir daha yazlıkta kış tatili mi, tövbe!
Paylaş