Şöyle çıkayım, falanca yerden yemek yiyeyim, filanca yerde kahve içeyim...
Nerenin nesi lezzetli...
Nerenin nesi ucuz...
En iyi suşi nerede var...
Hangi mekán moda...
Size de bildireyim. Olmuyor bir türlü.
Gerçi bu konuda bir bilgi eksiğiniz yok, biliyorum, gezen yazan arkadaşlar bir hayli çok. Zaten benim de asıl amacım kendimi gezdirmek ama olmuyor işte. Vakitsizlikten değil, bütçe açığından.
Günde sekiz mekánın kapısını tıngırdatmaya ekonomik olarak mecalim yok.
Sinemalar bile altından kalkılabilir yerler olmaktan çıkmış artık. Hani üç-beş arkadaş birleşip filmi ithal etmek, masrafı kişi başına daha düşük hale getirebilir.
Vallahi abartmıyorum. Etiler Mayadrom'da durum bu. Geçen gün bilet alırken ‘‘Yemekli, içkili mi?’’ diye sordum hatta.
Belki de bu sebepten salonda üç kişiydik. Kardeşim, ben ve ya trilyoner ya da bizim gibi sarsılmayı göze almış bir kadın daha...
Ama film her şeyi unutturdu.
‘‘Corelli'nin Mandolini.’’
* * *
Çocukluğumdan beri ne zaman sinemaya gitsem, film bittiğinde koltuktan kalkmak gelmez içimden. Dışarı çıkmak istemem. Tam bir başka dünyanın içine çekilmişken tekrar o bildik hengameye dahil olmakta zorlanırım.
Sinemalarda da hastanelerdeki gibi reanimasyon servisi benzeri bir yer olmalı. Hayata döndürecek bir yer...
Hele ‘‘Corelli'nin Mandolini’’ndeki o adayı gördükten sonra... İstanbul trafiğine çıkmak için şart.
Kefalonya Adası'ymış.
Oraya yerleşmek istiyorum. Zaten kanımda adalılık var, atalarım Girit'ten gelmiş. Aslıma rücu etme zamanımın geldiğini anladım.
Böyle birtakım şeyler vardır, hayatınızdan çıkar gider. Ne zaman, nasıl olduğunu anlamazsınız. Bir bakarsınız, yok.
Bari hatıra olarak dursaydı bir kenarda. Onu bile becerememişiz.
* * *
Her şey rüya gibiydi filmde.
Savaş da öyle ama rüyanın kábus diye tabir edilen cinsinden. Şu İkinci Dünya Savaşı'nı filmciler mi çıkardı diye düşünüyorum bazen. Daha mümbit bir alan bulamazlardı.
Aşk...
Filmlerde ne güzel.
Gerçek hayatta dört sene sonra geri dönüp ‘‘Sensiz yaşamayı beceririm sanmıştım, yapamadım’’ diyen erkek var mıdır?
Ya dört sene bekleyen kadın?
Ben bekleyeceğim.
Bir gün buralara da mandolini sırtında bir yüzbaşı gelir belki. En azından beyaz atlı prensin gelecek olma ihtimalinden daha yüksektir.
* * *
Sahi, neden bu kadar etkilendim bu filmden? Alaturka bir kadın olduğumdan mı? Film yer yer Türk filmi gibiydi zira.
Tam dibinde bombalar patlarken, kafası miğferli askerler şapır şapır dökülürken benim Corelli'm başında kıytırık beresiyle sapasağlam ortalarda dolanıyordu. Başrol oyuncuları filmin orta yerinde ölmez çünkü.
Bir metre mesafeden makineli tüfeklerle tarandıklarında da herkes öldü doğal olarak, bir tek yine benim Corelli'm sağ kaldı doğal olmayarak.
Deprem oldu, ayakta ev kalmadı, kahramanlarımız bunu da sıyrıksız atlattılar.
İşte belki bunlar için sevdim filmi.
Bu etkilenme bir müddet gider artık. Ta ki yeni bir filme kadar. Çıkışta bindiğim taksinin şoförü ‘‘Abla Levent trafiği çok sıkışıktır şimdi’’ dediğinde ilk darbeyi almadı da değil.