Paylaş
Bir varmış bir yokmuş; güneş sistemine bağlı gezegenlerden biri olan ‘‘Dünya’’nın kuzey yarımküresinde güzel mi güzel bir ülke varmış. Bu ülkede nevi şahsına münhasır 60 milyon insan yaşarmış. Dünya üzerindeki diğer ülkeler gibi bu ülkede de nehirler, ovalar, denize dik, denize paralel dağlar vs. varmış elbet, ama konumuz fiziksel coğrafya değil, siyasal coğrafya.
***
Bu ülkenin yönetim şekli ‘‘demokrasi’’ymiş. Demokrasinin anlamı, halkın kendi kendisini yönetmesiymiş. Ancak 60 milyon kişinin birden yönetici olmasının ülkede yönetim binası sıkıntısı yaratacağı ve oturumlarda isim okunarak yapılan yoklamaların yıllarca süreceği gözönüne alınarak, halkı beş yüz küsur kişinin temsil etmesi uygun görülmüş.
Bu sebepten bu ülkede yaşayan insanlar zaman zaman (asla önceden belirlenen zamanı beklemezlermiş) aralarından, onlar adına ülkeyi yönetecek kişileri seçerlermiş. Buna ‘‘seçim’’ denirmiş.
‘‘Seçim’’ sözcüğünün çıkış noktası şöyleymiş: Bu ülkede demokrasinin benimsendiği yıllarda çok kibar insanlar yaşarmış. Haliyle ‘‘sandık görevlisi’’ olarak tabir edilen insanlar da kibarmış; ‘‘seçmen’’ durumundaki herkese tek tek ‘‘Seçer misiniz efendim?’’ diye sorarlarmış. Seçmen de ‘‘Seçeyim’’ dermiş. Yani, ‘‘Çay alır mısınız?’’, ‘‘Alayım’’ gibi. Her sözcüğü yuvarlaya yuvarlaya tanınmaz hale getirmekte mahir bu ülke insanları zaman içinde ‘‘seçeyim’’i önce ‘‘seçiim’’, sonra da ‘‘seçim’’ haline getirmişler.
***
Millet kendi adına, kendisini yönetecek vekilleri tayin edermiş etmesine de nedendir bilinmez, bu vekillere pek de güvenmezmiş. Hatta yalnız onlara değil, birbirine de pek güvenmezmiş. Onun için hiç kimse ‘‘Ölünü göreyim ki’’, ‘‘Ateşe kör bakayım ki’’, ‘‘İki gözüm önüme aksın ki’’ gibi yemin billah etmeden lafa başlamazmış. Ancak bunca yemine rağmen yine de doğru söyleyip söylemediklerini Allah bilirmiş.
***
Gelelim yine vekillere. Vekiller göreve başlarken halktaki güvensizliği yok etmek için yemin ederlermiş. Tabii onlarınki halkın yemini gibi değilmiş; daha tumturaklıymış. İçinde hukuk, devlet, millet, egemenlik, adalet, hürriyet gibi yüce yüce kavramlar varmış. Bu ülke insanları için ‘‘namus’’ ve ‘‘şeref’’ kavramları çok önemliymiş. Hatta bu yüzden cinayet işleyenler bile varmış. Biri çıkıp da ‘‘namusumu temizledim’’ deyince akan sular dururmuş.
Bu sebepten vekiller namusları ve şerefleri üzerine yemin ederlermiş. Ancak çoğu zaman ‘‘adalet’’ten, ‘‘hukuk’’tan vs. kavramlardan anladıklarıyla, bu kavramların gerçek anlamları arasında hiçbir benzerlik olmadığından ‘‘And’’ı içmeleriyle içmemeleri arasında bir fark kalmazmış.
***
Vekiller halkı temsil etmek için bir binada toplanırlarmış. Bu bina ülkenin başşehrindeymiş. Çok görkemli bir binaymış. İçinde odalar, irili ufaklı salonlar, salonlarda şaibeli kırmızı koltuklar varmış.
Bu binaya girmek için uyulması gereken kurallar varmış. Bu kuralların bir kısmı kılık kıyafetle ilgiliymiş.
Mesela kadının biri çıkıp da ‘‘Ben kadınları temsil ediyorum, başımda bigudiyle gireceğim’’ diyemezmiş. Milletin hangi kesimi adına orada olursa olsun, herkes temsil görevini, takım elbise, kravat, kadınsa tayyör ile ifa etmek zorundaymış.
Bugün bigudiye müsaade edilse, yarın işçinin tulumu, köylünün poturu derken ortalık kıyafet balosuna dönermiş. Hem kimsenin diyeceği bir şey olamazmış, ‘‘kurallar’’ öyle emrediyormuş. Gerçi bu kurallar gökten zembille inmemiş; bu ülke insanları tarafından konmuş ama olsun, konan şey kalkmazmış. Kuş muymuş bu?
Hem öyle her şey göründüğü gibi basit değilmiş. Bu ülke insanları için kılık kıyafet, saç, sakal birer simgeymiş. Bir metrekarelik eşarp başa şu şekilde bağlanırsa ‘‘radikal sağcı’’, bu şekilde bağlanırsa ‘‘ılımlı sağcı’’ olunurmuş. Eşarp başta değil, omuzda olursa ‘‘merkezci’’, boyunda olursa ‘‘solcu’’ demekmiş. Yine aynı şekilde ‘‘sakal’’ sadece yanaklarda ve çenede çıkan kıl topluluğundan ibaret değilmiş, biçimine göre etrafa sahibi olduğu kişi adına ‘‘sağ’’ ve ‘‘sol’’ sinyaller gönderirmiş.
Kısaca ‘‘sessiz çoğunluk’’ olarak adlandırılan halk mesajını da sessizce verirmiş. Kendi konuşmaz, kılını ve kılığını konuştururmuş.
***
Vekiller kendi aralarında gruplara ayrılırlarmış. Bunlara ‘‘parti’’ denirmiş. Tabii ki bu ‘‘parti’’nin, ‘‘emeksiz kazanç, vurgun’’ anlamına gelen ‘‘parti’’yle hiçbir ilgisi yokmuş.
Aslında bütün partilerin hedefi millet için, millet adına faydalı işler yapmakmış, ama bunun için hangi yolun izlenmesi gerektiği konusunda aralarında fikir ayrılığı varmış. Gerçi bütün yollar vekillerin cebinden geçermiş ama yine de anlaşamazlarmış.
Son seçimlere yirmi partinin katıldığı gözönüne alınınca bu ülkede ‘‘hizmetin yolu’’nun ‘‘aklın yolu’’ gibi ‘‘bir’’ olmadığı ‘‘şıp’’ diye anlaşılırmış.
Bu masal burada bitmezmiş; kimin murada erdiği, kimin kerevete çıkacağı belli değilmiş, kıyamete kadar da belli olacağı yokmuş.
Mış muş köşesi...
Bir Fransız 20 yılda 500 bin şarap şişesi etiketi biriktirmiş.
Etiketler tamam da o 500 bin şişe şarap ne oldu? Eğer o adamın vücudundan gelip geçtiyse, etiketleri değil, ama adamın durumunu çok merak ediyorum doğrusu.
Malezyalı bir mucit hem alaturka hem de alafranga ihtiyaca cevap veren bir klozet icat etmiş.
Bugüne kadar hangi Amerikalı, Alman ya da Japon mucidin aklına geldi bu? Müslüman'ın halinden Müslüman anlar.
Bugün ‘‘Dünya Şişmanlar Günü’’ymüş.
Daha ne istiyorsunuz, bayramınız bile var.
İki doktor barda içki içtikleri sırada hastalanan birine müdahale ederek açık kalp ameliyatı yapmışlar.
İnşallah yanlışlıkla toplardamarı anüse bağlamamışlardır.
Tıp kitaplarının fiyatları 250 milyon ile 1.5 milyar lira arasında değişiyormuş.
Eee, olacak o kadar; ‘‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’’miş.
Şişme bebekler, erkekler tarafından hor kullanıldıklarından patlıyorlarmış.
Beyler! Karıştırdınız galiba, şiddete dayanıklı olan, kadının etten kemikten yapılmış olanıdır.
Dünya Basın Özgürlüğü Günü'nde Türkiye durumu kötü 65 ülke arasındaki yerini bu yıl da korumuş.
Şükür ki yerini korumuş, daha geriye de gidebilirdi.
Paylaş