Paylaş
Uzun süredir ‘‘aşk’’ı ihmal ettiğimi fark ettim. Yanlış anlamayın, şahsımın aşk ile haşır neşir olmasını kastetmiyorum. Sözünü ettiğim, yazılarımda konu etmeyişim. Oysa ‘‘aşk’’ konusuna bayıldığınızı biliyorum. Bayılmasanız, genel yayın yönetmenleri köşe yazarlarına ha bire ‘‘Aşktan bahsedin’’ diye talimat verirler mi? Dikkat ettiyseniz ne zaman biri ‘‘aşk’’a dair bir şeyler yazacak olsa, yukarıdan tavsiye kisvesi altında talimat aldığını anlatarak giriyor konuya.
Bana bugüne kadar Ertuğrul Özkök'ten hiç böyle bir talimat gelmediğinden yola çıkarak, bunu köşe yazarlarının uydurduğunu düşünüyorum. Kanımca aşktan meşkten bahsederlerse, ‘‘hafif yazar’’ olarak anılırlar diye korkuyorlar. Ama bir yandan da yazmak istiyorlar. Çünkü aslında aşkı hafife almıyorlar; sizin beğenilerinizi hafife alamıyorlar, ayrıca siz de köşe yazarlarının çektiği konu sıkıntısını hafife almayın lütfen.
Hal böyle olunca, ‘‘Efendim, aslında kafamda size aktarmak istediğim çok ağır konular var, ancak yukarıdan talimat geldi, en azından pazar günleri hafif yazılar yazmam isteniyor. Eh, ne yapalım emir demiri keser, bari biraz aşktan söz edelim’’ şeklinde bir girizgahla hem istedikleri konuda yazmış hem de ağırlıklarından bir şey kaybetmemiş oluyorlar.
Bakın ben gayet açık yüreklilikle söylüyorum size. Bugün günlerden pazar değil, ama benim ‘‘aşk’’tan söz edesim geldi. Nitekim ediyorum bile.
***
Büyük Aşk
Önce şunu belirteyim, ben artık aşkı tanıyamaz oldum. Daha doğrusu bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyorum. Eskiden ‘‘aşk’’ bir duyguyu ifade ederdi, şimdiyse emin değilim. Kardeşimin dediğine göre, bir eylemin karşılığı olarak kullanılıyormuş. Eylemin ne olduğunu anlamışsınızdır.
Magazin dergilerinde görüyoruz: Falancayla filanca ‘‘büşük aşk’’ yaşıyorlar. Haftaya bakıyorsunuz ikisi de başka birileriyle ‘‘büyük aşk’’ içindeler. Ayol insan üç-beş günde adamın çehresini aklına ancak yerleştirir, sokakta görünce tanıyacak hale gelir. Bu sürede ‘‘aşk’’ı nereye sıkıştırırlar anlamadım. Yalnız burada doğru olan bir şey var, o da aşkın büyük olduğu. Hatta o kadar büyük ki, bunlara bol geliyor, içinde kaybolup gidiyorlar.
Bunda kadın dergilerinin suçu büyük tabii. Sabahtan akşama kadar tarifname verirlerse, böyle olur.
‘‘Aşık olduğunuzu nasıl anlarsınız?’’
‘‘Seçtiğiniz kişi size uygun mu?’’
‘‘Onu baştan çıkarmanın yolları.’’
‘‘İyi bir aşık nasıl olmalı?’’
İnsanın elinde bunca formül olursa ne olur? Bir haftada işlem tamam tabii. Eskiden böyle miydi, her şeyi el yordamıyla bulmaya çalışırdık, haliyle aşkın başlayıp bitmesi epey zaman alırdı. Aşk kültürümüz filmlerle sınırlıydı. Bildiğimiz, aşkın gözlerde başlayıp, dudaklarda geliştiği ve kalbe yerleştiğiydi. Sonra ne olduğunu bilmezdik, zira film orada biterdi. Hatta gelişme bölümünü bile gözümüzle gördüğümüzü söyleyemem.
Tamam kabul ediyorum, 2000'li yıllara geldik, prosedürün bu kadar yavaş ve gizli kapaklı işlemesi abes kaçabilir. Ancak ‘‘aşk’’ın ışık hızıyla başlayıp bitmesinin ve her şeyin spotların altında yaşanmasının da pek normal olmadığı kanaatindeyim.
Bana dayanacak erkek yok
Şu Pazar eklerinde, kıvrım kıvrım kıvranan bir grup kadının da ‘‘aşk’’ın katline katkıları ink*ar edilemez.
‘‘Aşk için yaratılmışım.’’
‘‘Aşık olduğum erkeği uçururum.’’
‘‘Bana dayanacak erkek yok.’’
‘‘Aşk yapmaya doymuyorum’’ vs.
Bunu söylerken de, ‘‘İsterseniz hemen gelin, ispat edeyim’’ duruşundalar. Tamam kızlar, iyi hoş da bu adamları fena alıştırdınız. ‘‘Kadın’’ dendi mi bunların aklına aşk, meşk gelmez oldu. Bütün kadınların yarı çıplak vaziyette kendilerini beklediğini zannediyorlar.
Şöyle hakkını verecek flört etmeye heves ettiniz diyelim. Hani biraz kalbiniz çarpsın, eliniz ayağınız karışsın istiyorsunuz; biraz bakışalım, elele dolaşalım diyorsunuz. Nerdeee? Adam utanmasa, ‘‘Eee, ne zaman sadede geleceğiz?’’ diyecek. Hatta diyor bile, insan yalnız ağzıyla konuşmaz.
Aslında o da haklı. Acelesi var. Sırada hatırı sorulacak nice kadın beklemekte. Malum, kadın nüfusu erkek nüfusundan fazla. Bir nevi vazife icabı yani.
Ne diyeyim, size hayırlı işler fast food çocukları. Ben kendi hesabıma karnıyarık seven bir adem beklemeye kararlıyım. Bedenler devreye girmeden önce, makul bir süre işin ruhsal kısmıyla alakadar olma düşüncesi ve arzusu içindeyim. Hiç acelem yok. ‘‘Bugün sünnet, yarın deniz’’ bana göre değil.
Mış muş köşesi...
Fazilet kampında N. Ilıcak'la B. Arınç tartışmışlar.
Hiç şaşırmadım. Nazlı Ilıcak'ın olduğu yerde tartışma olmaz da ne olur? Nazlı IlıCAK değil, Nazlı TartışaCAK.
Demirel telekulak skandalıyla ilgili olarak, ‘‘Çok ayıp’’ demiş.
Bakalım telekulakçılar bu ağır lafın altından nasıl kalkacaklar?
Milletvekilleri maaşlarının azlığından yakınıyorlarmış.
Ne diyeyim, Allah gözlerini doyursun.
Cola, bira, yoğurttan sonra baklavanın da ‘‘light’’ı çıkmış.
Bir de şu hayatın ‘‘light’’ı olsa iyi olacak.
Japonlar güneş ve rüzgar enerjisiyle çalışan ‘‘kanatlı tren’’ geliştirmişler.
Bizimkiler hala ‘‘kanatlı pet’’i tam oturtamadılar.
Ders kitapları sıkıcı olmaktan kurtarılacakmış.
Mümkün değil. Değil mi ki iki kere iki dünya kurulalı beri monoton bir şekilde dört ediyor; değil mi ki insanoğlu her gördüğü meydanda bir meydan muharebesi yapmış sonra antlaşmış sonra bir muharebe, bir antlaşma, bir muharebe bir antlaşma araya bir domates şeklinde sürmüş gitmiş... Bu ders kitapları tatlanmaz hayatım.
Türkiye'de internetten diploma devri başlıyormuş.
Ben dört gözle ‘‘internetten defi hacet’’i bekliyorum.
‘‘Şırnaklı tavuklar’’ Mozart seviyorlarmış.
Duydunuz mu, ‘‘İstanbullu insanlar?’’
Türkler gazete okumuyorlarmış.
Bunu niye daha önce söylemediniz? Beni 1.5 senedir boşu boşuna uğraştırıyorsunuz.
Çiller'in koruyucusu Ö. Bilgin milletvekili seçilememiş. Seçilemeyince Çiller'in kirli çamaşırlarını ortaya dökmüş.
‘‘Her 'şer'den bir 'hayır' doğar’’ derler, bu sefer iki ‘‘hayır’’ doğmuş.
Paylaş