Serge Reggiani, nostalji ve melankoli arasında

23 temmuz akşamı Fransa’daki hava durumunu öğrenmek için TV-5’i açtım. Sunucularından biri Serge Reggiani ile söyleşi yapıyordu. Dipte birkaç tablo vardı. Biri Mondrian’ın geometrik şekilli tablolarını andırıyordu...

Serge Reggiani fırça ya da spatül yerine resim yaparken parmaklarını kullandığını söylüyordu. Zayıflamıştı, gözlük takmıştı, sakallıydı... Bir sigara yaktı, işaret ve orta parmağının arasına sıkıştırmadı, baş ve işaret parmaklarının ucuyla tutuyordu.

Çok uzun zamandır dinlememiştim Serge Reggiani... Montpellier, Lodeve ve Paris’teki koşuşturmacalar bitince birkaç CD’sini almam gerektiğini düşündüm. Bu arada program bitti. Çekim 4-5 yıl önce yapılmıştı. Ölmüş olabileceğini düşündüm. Yüreğim cızz etti. Gençliğimdi, Paris’teki gençliğimdi benim. Daha sonra 12 Mart’ın karanlık günlerinde ve gecelerinde en çok dinlediğim sesti. Özellikle de ‘Size bir mektup yazıyorum Bay Başkan’ ile ‘Yatağımdaki kadın artık yirmi yaşında değil’...

*

Ertesi gün Orly’de Montpellier uçağına binerken kapıda Le Monde ile Le Figaro aldım, gazete yığınının arasından. Le Monde, birinci sayfada haber veriyordu: ‘Serge Reggiani ve Sacha Distel’in Sesleri Öldü’. Gösterişsiz haberin içinde Reggiani ile Distel’in küçük fotoğrafları... Reggiani’ninki biraz daha büyük. Varlıklarıyla uyumlu bir oranda... Ama haberin başlığının iyi olmadığını düşündüm: Ölen sesleri değil bedenleriydi. Serge Reggiani 82, Sacha Distel 72 yaşındaymış...

Le Figaro’yu bana uzatan Ülker, ‘TV-5’teki programın sebebi anlaşıldı, Reggiani ölmüş. Şu ağırbaşlılığa bak, Cem Karaca, Barış Manço öldüğü zaman nasıl da abartmıştı halk ile basın... Bir de şu popüler gazete Le Figaro’nun ağırbaşlılığına bak!’ dedi.

*

1966! Montparnasse’ta, Jolivet Sokağı’nda, Grand Hotel du Parc’ta kalıyordum, daha doğrusu oturuyorum. Adının önündeki ‘Grand’a bakmayın, odada hela ve banyo yoktu. Biri koridorda, öteki bodrumdaydı. Asansör de yoktu. Ama tavanarası penceremden Pantheon ile Notre-Dáme Kilisesi’nin damları görünürdü. Akşamları, Quartier Latin ya da Saint-Germain-des-Pres’deki üniversite lokantalarından birinde karnımı doyurduktan sonra ders çalışır ya da okurdum. Ama aklım hep dışarda olurdu, kahvelerde, sokaklarda, barlarda. Delambre sokağında yürürken Jean-Paul Sartre’la ya da Simon de Beauvoir’la karşılaşmak mümkündü. ‘Bonsoir Monsieur Sartre!’ 1966‘da hálá 19. yüzyıldan çıkmamış Montparnasse’da yaşıyordum.

*

Bir gece alkış ve ıslık sesleriyle uyandım. Alkış ve ıslıklar durduktan, uğultu çekildikten sonra bir şarkı süzülmeye başladı odamın boşluğuna, sıcak, pürüzlü bir ses, denizin üzerinde esen, kıyıdaki kayalara çarpan bir rüzgár gibi... Yerimde duramadım. Sesi aramak için giyindim, aşağı indim. Çıkarken, gece bekçisi Georgette Ana’nın hayretle bana baktığını gördüm. ‘Nereye böyle Monsieur İnce?’ Nereye sahiden? ‘Bir ses aramaya Madame!’ Komşu sokağa, tiyatro, müzikhol ve eğlence sokağı Rue de la Gaite’ye ilk kez saptım ve yürüdüm sese doğru ve Bobino’nun önünde durdum. İnanamadım, beni dışarı çağıran büyük aktör Serge Reggiani’nin sesiydi. 44 yaşında şarkıcı olmak anlayabileceğim bir şey değildi o sıralar. Ama 60’ından sonra resim yapmaya başlamasını anlamıştım.

1966 yılında şarkı söylemek için sahneye çıkmak, Barbara’ya, Leo Ferre’ye, Jean Ferrat’ya, George Brassens’e, Mouloudji’ye meydan okumaktı. Öyle düşünmüştüm. Şimdi ona şarkı söylemeyi Barbara’nın öğrettiğini okuyorum. Johnny Holliday’in adını bile etmiyorum, o sıralar ‘Chanson Française’in son büyük çağıydı.

*

Fransız tiyatrosunun en büyük aktörlerinden biriydi, fakat hiçbir oyununu gör(e)medim. Ama epeyce filmini gördüm. Marcel Carne, Andre Cayette, Henri George Clouzot, Max Ophüls, Jacques Becker, Claude Sautet, Claude Chabrol, Jean-Pierre Melville ve Luchino Visconti gibi sinemanın en büyük yönetmenlerinin yönettiği filmlerde oynamıştı. Jacques Becker’in yönettiği ve görenlere ‘Quel comedien!’ (‘Ne müthiş oyuncu!’) dedirten Casque d’Or TRT-1’de gösterilse diye içimden geçiriyorum. Her şeyin kan ve ateş pahası olduğu bir dönemin simgesinin her şeyin beleşe geldiği bir dönemle karşılaşması ne müthiş olurdu.

*

Beni odamdan, küçük otel odamdan dışarı çıkartan ve gerçek Paris’in sokaklarına salan Serge Reggiani’nin sesidir. Umutsuz ve karamsar olduğum dönemlerde bana umutsuzluğun ve karamsarlığın dibini gösteren ve bana ‘Bu da bir şey mi?’ dedirten de onun sesidir.

Ömür boyu seslerin, kokuların ve renklerin peşinden gittim.

Bugün pazartesi. Dükkanlar açılacak. Güney Fransa’nın küçük Lodeve kasabasında Serge Reggiani’nin sesini arayacağım. Hormonlu, suni gübreli sesler döneminde içi gümüşlü yayla domatesine özlem duyuyorsanız, ‘Biraz Serge Reggiani dinleyin!’ derim.
Yazarın Tüm Yazıları