Paylaş
Bakkal şekeri “sakaroz” ve nişasta bazlı “fruktoz” hakkındaki olumsuz bilgilere her gün yenileri ekleniyor.
Farklı merkezlerde yapılan yüzlerce araştırma, şeker tüketimindeki artış ile kronik hastalıklara yakalanma riski arasında ciddi bir bağlantının olabileceğini gösteriyor.
Özellikle şeker tüketimi ile diyabet, kalp damar hastalıkları, obezite (veya kilo fazlalığı), kanserler ve alzheimer dahil bunamanın her türlüsüne yakalanma riskinin yükseldiğini gösteren çalışmaların sayısı çoğalıyor.
Bunlar da doğal olarak biz hekimleri ve sizleri korkutuyor. Peki ne yapmalıyız?
Yapmamız gereken bir değil, birçok şey var. Önce şu noktayı unutmayalım: Şeker tüketimindeki artış biraz da bizden, bizim “insani zaaflar”ımız ve “pisboğaz” yanımızdan kaynaklanıyor.
Nedeni şu: Tatlı ya da tuzlu, hatta acı gibi damağı güçlü bir şekilde uyaran lezzetlerden hepimiz fazlaca hoşlanma eğilimindeyiz.
Kontrol kaybı en çok da tatlı yiyeceklerde yani şeker eklenen gıdalarda ortaya çıkıyor. Bunu bilen üreticiler de doğal olarak ürettikleri her şeyin içine daha çok şeker ekleme yoluna gidiyor.
Neticede “şeker kolik” bir yeni nesil geliyor.
“Şeker bağımlılık yapabilen bir kimyasal mı?” Sorunun cevabı bence güçlü ve net bir “evet”tir.
Şeker tüketimimiz arttıkça bağımlılık benzeri davranışlarımız da artıyor. “Yedikçe daha çoğu, içtikçe daha fazlası” derken garip ve hastalıklı bir beden ve ruh durumu ortaya çıkıyor. Özetle durum pek iç açıcı değil.
OKUR SORUSU
Uzun boy mu, kısa boy mu?
Almanya’da yapılan bir çalışmanın sonuçlarına göre kısa boylularda uzun boylulara kıyasla kalp damar hastalıklarına ve yetişkin tipi diyabete (Tip2 diyabet) daha fazla rastlanıyor.
Boyunuz uzunsa bu habere hemen sevinmeyin!
İstatistiksel veriler uzun boylularda kanser riskinin kısa boylulardan daha yüksek olduğunu gösteriyor.
Aradaki farkın nedeni ise tam olarak anlaşılmış değil.
OKUR SORUSU
Neden D vitamini?
D vitamininin önemini sık dile getirmemizin bir değil, birçok sebebi var.
İlki halkımızın en az yarısının yeteri kadar
D vitaminine sahip olamaması. Özellikle kadınlarımızın çoğu
D vitamini fakiri ve bu her kadın için mühim bir problem.
Zira eksiklik gelişme çağında kemik ve dişlerin yapısını bozuyor. Doğurganlık çağında bebeklerine daha az D vitamini aktarmalarına sebep oluyor.
İleriki yaşlardaysa kemik erimesi ve daha pek çok sağlık sorununa yol açıyor. Problem yalnız kadınlarımızı ilgilendirse neyse.
Erkeklerin de çoğu D vitamini eksikliği yaşıyor. Onların da çoğu yeteri kadar D vitamini rezervine sahip değil.
İşte bu nedenle halkımızın çocuk, genç, yetişkin, yaşlı, kadın, erkek ayırt edilmeden tıpkı beslenme ve egzersiz konusunda olduğu gibi
D vitamini noksanlığı hakkında da bilinçlendirilmesi şart.
Biz de bu görevi yerine getirmeye çalışıyoruz.
HATIRLATMA
Azalınca ne oluyor?
D vitamini eksikliği kemik ve diş gelişimini bozuyor. Alerjik hastalıklara zemin hazırlıyor. D vitamini eksik yetişkinlerde Tip2 diyabet hastalığına (şeker hastalığı) beklenenden sık rastlanıyor.
Kalp damar hastalıkları da bu noksanlıkla bağlantılı.
Keza beyin damar hastalıkları, özellikle felçler de D vitamini noksanlığı ile bağlantılı. Bitmedi, bu eksiklik beynin bellek fonksiyonunu da etkiliyor. Ruhu depresyona bile sokabiliyor. Tıpkı omega-3 eksikliği gibi D vitamini eksikliği de bilişsel yetenekleri bozuyor.
Dahası var: Rezerv düştükçe bağışıklık zayıflıyor.
D vitamini ile kanser gelişimi arasında da bir bağlantı var. Kalınbağırsak, meme, prostat, pankreas kanserlerine yakalananların çoğunun
D vitamini rezervleri de yetersiz bulunuyor.
OKUR SORUSU
Un mu, pirinç mi?
Beyaz unla, cilalanıp parlatılmış beyaz pirinç arasında sağlık zararları bakımından ciddi bir fark olduğunu söylemek zor. Ama yine de zengin gluten/gliadin içeriği nedeniyle birinciliği pirince değil de una vermek, unu pirinçten daha zararlı saymak yanlış olmaz.
Unutmayın, bir tabak tozşekerle bir tabak beyaz pirinç ya da beyaz un arasında sağlık zararı yönünden ciddi bir fark yoktur.
Dolayısıyla un mu, şeker mi, pilav mı daha zararlı gibi tartışmalara girmenin de ciddi bir anlamı da yoktur.
Bence üçünü de “pas geçin!” Eğer bunu yapamıyorsanız mümkün olan en azıyla yetinin.
NE YAPMALI?
Şeker detoksu lazım
Şekeri azaltmanın veya sıfırlamanın yolu “şeker detoksu”na başlamaktan geçiyor. “Şeker detoksu” mühim bir kavram.
Başarmanın yolu ise öncelikle beyindeki algıyı doğru ve samimi yorumlamak ve beyni yeniden programlamakla ilgili bir durum.
İşte tam da bu noktada “tatlandırıcı”lar konusu devreye giriyor. Maalesef çoğu yiyecek ve içecek üreticisi “şekersiz” ya da “şeker içermez” diye pazarladığı besinlerin içine tatlandırıcı ekliyor. Oysa uzmanlar etkili bir şeker detoksu için ilk adımın tatlandırıcılar dahil her türlü şekerle ilişkiyi kesmek olduğunu söylüyor.
Beslenme sistemine daha fazla şeker sokma eğiliminde olan meyveleri, bal ve pekmez gibi sağlıklı zannedilen diğer şeker kaynaklarını da sınırlamak lazım.
Sadece çaya, kahveye şeker eklememek, şekersiz içecekleri tercih etmek yeterli olmuyor.
Özeti şu: Şeker bağımlılık ve alışkanlık yapan bir kimyasaldır. Bedenin hiçbir yaşta ilave şeker almaya ihtiyacı filan da yoktur.
OKUR SORUSU
Hipoglisemi psikolojik olabilir mi?
Hipoglisemi ruhsal değil bedensel bir sorun. Ama şunlar da unutulmamalı: Psikolojik problemler hipoglisemiyi tetikleyebilir. Hipoglisemi işaretleri de ruhsal bazı sorunları büyütebilir.
Kısacası hipoglisemi ile psikolojik durum ve sorunlar arasında bir bağlantı var. Var ama bu gelişen şikayetlerle ilişkili bir bağlantı. Hipoglisemi temelde metabolik bir sorun.
Kan şeker dengesini ayarlayan sistemlerin şu veya bu şekilde arızaya geçmesi sonucu ortaya çıkan metabolik/hormonal bir problem.
Seyrek olarak da bağırsaklarda ve geçirilen bazı ameliyatlara bağlı olarak midede gelişen anatomik değişimler, hipoglisemi krizlerini tetikleyebiliyor.
Paylaş