Kanser, kalp krizi, diyabet gibi hastalıklarda ciddi bir artış var. Kime sorsanız ya reflüden ya ülserden ya da gastritten yakınıyor. Sık sık hastalanan yalnız biz değiliz. Çocuklarımız da benzer sorunlardan mustarip. Çocuklarda diş çürükleri, şişmanlık, erken ergenlik gibi sorunlara eskisinden daha sık rastlanıyor. 15 yaşında 50 yaş diyabetine, 20 yaşında hipertansiyon, hatta gut artritine yakalanan gençlerin sayısı sürekli artıyor.
BU tür hastalıklara "modern zaman hastalıkları" diyenler hiç de haksız sayılmazlar. Çünkü bu hastalıkların çoğu, yeni yaşam tarzının bize hediyeleridir. Araştırmalar şeker hastalarının, kalp hastalarının, kanser olgularının yüz yıl öncesine göre hızla arttığını doğruluyor. İstatistiklerin dikkatle tutulduğu Amerikan verilerine göre, bu ülkede son yüzyılda kanserden ölüm oranı sekiz, koroner kalp hastalığından ölüm oranı on kat artmış.
Son yüzyılda yaşam tarzımız değişti ve bu değişimde ilk sırayı beslenme biçimimiz aldı. Yüz yıl öncesine göre bazı şeyleri daha az ya da çok fazla yiyoruz. Mesela şeker tüketiminde müthiş bir artış var. Şeker tüketimi arttıkça kalp hastalarının, diyabetlilerin ve obezlerin sayısı da artıyor.
Beslenme yanlışlarımız yalnız şeker tüketimindeki artışla da sınırlı değil. Modern zaman hastalıklarındaki artışın arkasında daha pek çok yanlış yatıyor. Örneğin et, balık, sebze, meyve, bakliyat ve tam tahıla dayalı doğal beslenmeden bir hayli uzaklaştık. Eskiye oranla daha fazla bitkisel ya da yapısı bozulmuş sentetik yağlar kullanıyoruz. Unlu, nişastalı yiyecekleri, kolalı içecekleri, fast food besinleri sofralarımızdan eksik etmiyoruz. Yüz veya iki yüz yıl önce hiç tanımadığımız trans yağları, rafine yağları, margarinleri, hatta bazı bitkisel yağları gereğinden fazla yükleniyoruz.
Genlerimiz şaşkın durumda
Bu durumdan muhtemelen en çok hücrelerimiz, daha doğrusu genlerimiz şikáyetçi olmalı. Genlerimiz bu hızlı değişime ayak uyduramıyor. Onların emir ve komutası altında görev yapan hücrelerimiz de şaşırmış durumdalar.
Beslenme tarzındaki değişimlerin bedenlerimize yüklediği toksinlerin artışı ise bir başka sorun. Bedenlerimiz temizleyemeyeceği ya da dayanamayacağı ölçüde toksik madde, zararlı kimyasal, kanserojen molekül yükleniyor. İçtiğimiz su, soluduğumuz hava dışında, yiyeceklerimizin içinde yapısını bilmediğimiz yüzlerce farklı kimyasal var. Özellikle kontrolsüz üretilen besinlerde bu kimyasalların bulunma olasılığı daha fazla.
Besinlerin kompozisyonu da değişti. Eskisine oranla daha dengesiz besleniyoruz. Sadece şekeri, tuzu, yağı, unu değil, başka şeyleri de gereğinden çok tüketiyoruz. Alkol neredeyse sosyal içecek haline geldi. Öyle ki şarabın ana vatanı Fransa’da bile Ulusal Kanser Enstitüsü günde bir kadeh şarapla bile kanser riskinin yüzde dokuz arttığını kabul etmek zorunda kaldı. Bu enstitünün yayınladığı son broşürde, şarap dáhil her türlü alkolü düzenli olarak tüketmenin kanser riskini yüzde dokuz arttırdığı yazıyor.
Yaptığınız yanlışlıklar bunlarla da sınırlı değil. Örneğin omega6 / omega3 oranı da çoktan bozuldu. Yüz yıl önce dörtte bir olan bu oran, şimdi yirmide bire kadar yükseldi.
Mark Twain haklı
Konunun bir de bilimsel önermeler bölümü var. Hepimiz her gün yeni yapılmış araştırmaların sonuçlarına bakıp beslenmemizde köklü değişimler yapmak gibi düşüncelere kapılıyoruz. Oysa bilimsel de olsa bazı verileri tekrar tekrar doğrulatmadan doğru kabul etmemek, deneyip sınamadan uygulamaya geçirmemek gerekiyor. Bana sorarsanız böyle durumlarda Mark Twain’in o ünlü cümlesini akıldan çıkarmamakta yarar var: "Tıbbi tavsiyeleri okumak faydalıdır ama dikkat etmezseniz baskı hatalarından ölebilirsiniz!" Söz konusu olan beslenme tarzı ise okuduğunuz her yeni bilgiyi hemen kullanmaya kalkmayın. Anne-babalarınızın beslenme tarzlarından kolay kolay uzaklaşmayın.
Sorun yalnız yeme yanlışlarımızdan da kaynaklanmıyor. İçtiklerimizi de fena halde değiştirdik! Yanlış yaptık, eski içecekleri çabucak bıraktık. Vefa bozası, Adana şalgamı, üzüm şırası, kar suyu hoşafı, pekmez şurubu neredeyse anılarda kaldı. Bunlar yerlerini gazoza, enerji içeceklerine, kolalı meşrubatlara bıraktı. Kafanızı daha fazla karıştırmak, sizi daha çok üzmek istemem ama bu tatsız hikáyeye değişen pişirme koşullarını ve tekniklerini de eklemenizde yarar var. Yüz yıl önce mikrodalga fırın değil, toprak ya da bakır kaplar kullanılıyordu. Alüminyum tencereleri, elektrikli fırınları kimseler bilmiyordu.
Kısacası genlerimizle beslenme tarzımızdaki değişimler arasındaki uyumsuzluk ve besinlerle aldığımız kimyasal saldırılar, modern zaman hastalıklarını tetikleyen temel faktördür. Yediğiniz şeker-paketlenmiş un-yağ-nişastalı yiyecekler arttıkça şişmanlamanız, şeker hastası olmanız, karaciğerinize yağ doldurmanız doğaldır. Tuz kullanımı arttıkça hipertansiyona yakalanma olasılığınız artacak. Yağda kızartılmış yiyecekleri, çarşı işi(!) fast food besinleri ne kadar fazla yerseniz reflüye, gastrite o kadar sık yakalanacaksınız. Yiyecek içeceklerinize karışan hormon, antibiyotik ve diğer kimyasallar arttıkça kansere yakalanan diğer tanıdıklarınızın da sayısı maalesef çoğalacak. Sekiz yaşındaki kızlarda ergenlik işaretlerinin çıkmasının, 10 yaşındaki çocuklarda reflü sorunlarının başlamasının, 18 yaşındaki gençlerde 50 yaş diyabetinin ortaya çıkmasının nedeni de beslenme yanlışlarıdır. Ve eski hekimlerin bin yıllık cümlesi bugün de geçerlidir: Ne yersen o’sun!
İmparator taçlarında neden kabak resmi yok
BESLENME tavsiyelerinde bulunmak kolay bir şey değildir. Ciddi bir sorumluluk gerektirir. Dengeli beslenmek adına söyleyeceğiniz her sözü, vereceğiniz her bilgiyi, her öğüdü bilimsel verilerin süzgecinden geçirmek zorundasınız. Bazen bu veriler de sizi yanıltabilir. Araştırmalarla elde edilen yeni sonuçlar bir bakarsınız her şeyi değiştiriverir. Kanaatimce beslenme yanlışlarından uzak kalabilmek hiç kimse için mümkün değil. Ben en etkili yollardan birinin yüzyıllardır uygulanagelen geleneksel besin seçimlerine saygı göstermek olduğunu düşünüyorum. Bunun güzel derslerinden birini yıllar önce Dokuzuncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’le yaptığımız sabah kahvaltılarında almıştım. Türkiye’nin dört bir tarafından gelen peynir ve zeytinlerle süslü kahvaltı sofrasında Sayın Demirel’in seçimleri üç aşağı beş yukarı hep aynı idi. Neden her sabah "45 siyah zeytin, 23 yeşil zeytin, bir parça peynir ve köy ekmeği"ni tercih ettiğini sorduğumda Sayın Cumhurbaşkanı’nın cevabı çok ilginçti: "Eğer çok değerli besinler olmasaydı zeytin, nar, üzüm, incir ya da elma efsanelere konu olmaz, kral veya padişah sofralarında; köy, kasaba hikáyelerinde yer almazdı" dedi ve "Sen hiç kabak veya salatalık motifi yerleştirilmiş bir kral figürü hatırlıyor musun?" diye ekledi.