Paylaş
Ömrü mutluluğun değil de mutsuzluğun uzatabileceğine ilişkin ilk haber İngiltere’den geldi. Bir milyonun üzerinde kadın 10 yıl süre ile takip edildi.
Sonuçlara göre yaygın kanaatin aksine mutsuzluk ömrü kısaltıp ölüm riskini artırmıyor. Araştırmanın detayları ünlü tıp dergisi Lancet’te yayınlandı.
Araştırmacılardan Dr. Bette Liu’nun söyledikleri de çok ilginç. “Hastalıklar bizi mutsuz ediyor ama mutsuzluk hasta etmiyor!”
Peki, sadece bu araştırmaya bakarak mutluluktan vazgeçip mutsuz mu olalım? Zaten yeterince kararmış enselerimizi daha da mı karartalım?
Tabii ki mutsuz olmayalım ve tabii ki enseleri çok da karartmayalım ama yine de konuyu yeni araştırmalarla incelemeye devam edelim.
Peki, bu “yerleşik” bilgiler ne kadar doğru? Bana sorarsanız tıpkı yumurta ve tereyağında olduğu gibi burada da her an yeni gelişmeler olabilir. Yakında biri çıkıp da size “mutsuzluk ve stres ömrü uzatıyor” derse şaşırmayın, mutsuzluk ve stres de yumurta ve tereyağı gibi aklanabilir.
OKUR SORUSU
Mideye kelepçe çare mi?
Mideye kelepçe taktırmak işin simgesel kısmı. Esasta yapılan şeyler farklı ve çeşitli. Amaç da cerrahi yöntemlerle obezlerin kilo verme süreçlerini hızlandırmak. Peki bu işi kimler, ne zaman yaptırmalı? Bu tür cerrahi girişimlere kimin gerçekten ihtiyacı var? Kısa ve özet yanıt şu: Eğer obezseniz ve obeziteniz hayatınızı tehdit edecek düzeye varmışsa, yani “kişisel ihtiyaçlarınızı gideremiyor, şuradan şuraya iki adım atamıyor, rahat nefes alıp veremiyorsanız”, yani “sağlığınız mekanik veya metabolik bakımdan ileri derecede bozulmuşsa”, mideye kelepçe taktırmak veya diğer cerrahi girişimlerden faydalanmak doğru bir yoldur, faydalıdır, gereklidir, hakkınızdır. Ne var ki bu ameliyatların bazen rastgele, gerekli titizlik gösterilmeden, abartılarak, lüzumsuz yere ve yeterince uzmanlaşmadan yapılabildiği de biliniyor. Böyle olunca da son derece faydalı, hatta yaşam kurtarıcı olabilecek bir dizi cerrahi girişim şüpheyle ve korkuyla özdeşleşir hale geliyor.
UYARI
Kısırlık tehdidi büyüyor
Kısırlık sorunu çocuk sahibi olmayı bekleyen aileleri ürküten mühim bir tehdit. Ve maalesef son yıllarda hızla büyüyen bir problem. İşin kötüsü konu kadınları da, erkekleri de aynı ölçüde etkiliyor. Kadınlar “yumurtlama süreci” ve bu yumurtaların rahme taşınması ile ilgili sorunlar yaşarken, erkeklerin de sperm sayıları her yıl biraz daha azalıyor. Sadece sperm sayıları azalsa iyi, spermlerinin kalitesi de düşüyor. Aynı sorun kadınlar için de söz konusu. Onlarda da yumurta kalitesi eskiye oranla bir hayli bozuk. Bu kötü gidişin birçok sebebi var. Kirli çevre, kirli yiyecekler, içecekler, kirli sular ve pis hava. Kilo fazlalığı, rastgele kullanılan ilaçlar... Özellikle toksik metallerin bedene daha fazla girmesi mühim bir tehlike. Ayrıca dioksin isimli toksinin de ciddi bir sperm azaltıcı olduğu biliniyor. Kucaklarda uzun süre tutulan laptopların, tabletlerin, dar ve sıkışık iç çamaşırlarının da süreçte payı var.
UNUTMAYIN
Coffee latte masum mu?
Kilosunu yönetmekte zorlanan, belini, kalçasını, göbeğini büyütüp şeker hastası, hipertansiyon problemli biri haline gelenler ya “ne yedikleri” ya da “ne yaptıkları” yönünden
sorgulanırlar.
Çok önemli olmasına rağmen bir konu nedense hep unutulur ya da gerektiği kadar ciddiye alınıp sorgulanmaz: “Ne içtikleri.”
İçeceklerle alınan kalorilerin değeri bazen yiyeceklerle alınanlardan da fazla olabiliyor.
Gazlı, kolalı, meyve sulu, sütlü, kahveli, sıcak veya soğuk çaylı yüzlerce tür içecek ile bedenimize bazen neredeyse 200-250 gramdan fazla şeker giriyor.
Bu da fazladan 800-1000 kalori civarında bir yük demek. Ortalama bir şişe veya kutu şekerli içecek bile minimum 150 kalori enerji içeriyor.
Gençlerin alıştırılmaya çalıştırıldıkları “üçü bir arada”lar, “coffee latte”ler ise enerji değeri bakımından 500 kalorileri bile zorlayabiliyor.
Üstelik bunların hiçbirinin içinde sağlığa yararlı herhangi bir besin unsuru (vitamin, mineral, antioksidan) filan da yok. Ayrıca bu sıvı kaloriler adeta “uçak yakıtı” gibiler.
Daha midenize varmadan hızla kana karışıp insülin ve şeker patlamaları yaptırıyor.
Sonrası mı? Gelsin kilolar, genişlesin beller, büyüsün göbekler. “Coffee mocha, latte, üçü bir arada, macchiato” olmadı “soğuk çay, meyveli soda, gazoz veya kola” tutkunlarına duyurulur...
OKUR SORUSU
Omega dengesi neden çok önemli?
Omega-3 ve omega-6 yağları yaşamsal besin unsurları. Her ikisinin de makul miktarlarda kazanılması lazım. Eksiklikleri sağlığı tehdit ediyor.
Diğer taraftan omega-3 ve omega-6’lar arasındaki denge de mühim bir ayrıntı. Zira denge bozulup omega-6’lar lehine büyüdüğünde bir sürü sağlık sorunu ardı ardına devreye giriyor:
İltihaplanma hızlanıyor, pıhtılaşma riski artıyor, alerjik reaksiyonlar tetikleniyor, damar sağlığı tehdit altına giriyor.
Öte yandan fast food beslenip geleneksel beslenmeden uzaklaşmanın bu oranı bozduğu, cebren ve hile ile omega-6’lar lehine çevirdiği de biliniyor.
Yiyip içtiklerimiz de eskiye oranla daha az omega-3, daha çok omega-6 içeriyor.
Süt, yoğurt, peynirde, tavuklar veya yumurtalarında, kırmızı ette, hatta balıklarda bile eskisi kadar omega-3 bulmak mümkün değil.
Her gün biraz daha çok bitkisel yağ tüketerek bedenimize tonla omega-6 yüklüyor, müthiş bir omega-6 çöplüğü haline de getiriyoruz (Ayçiçeği, mısırözü, pamuk yağının omega-6/omega-3 oranı 600/1 civarında.
Bu oran zeytinyağında 20/1’e düşüyor. Tereyağında çok daha düşük).
Özetle hepimizin daha çok omega-3’e ve daha az omega-6’ya ihtiyacı var.
Yiyip içtiklerimizi bu iki madde yönünden de sorgulamamız gerekiyor.
Paylaş