Paylaş
Kolajen “tutkal” anlamına gelen “kólla” kelimesinden türetilmiş bir sözcük. İsminden anlaşılacağı üzere bir çeşit dokusal destek ve “yapıştırıcı”.
Başta kemik, deri, kas, tendon ve bağlar olmak üzere göz ve dişler dahil hemen her organın en önemli yapı taşlarından biri. Doku, organ ve yapılara esneklik, direnç, hareket serbestliği ve dirilik veriyor, onları bir arada tutuyor.
Vücut ihtiyaç duyduğu kolajeni, proteinli besinlerle kazandığımız aminoasitlerden (lizin, prolin) üretiyor. Ancak yaşlandıkça kolajen üretimimiz yavaşlamaya başlıyor.
30 yaş sonrasında kolajen üretimi yılda yaklaşık yüzde 1 ile yüzde 2 oranında düşüyor. 40 yaşına gelindiğinde ise kolajenin yüzde 10 ile yüzde 20’si kaybediliyor. Kolajendeki azalmalar cilt ve saç sorunlarına yol açıyor, eklem kıkırdakları zayıflıyor, kıkırdak, kas ve kemik erimesi hız kazanıyor. Kolajen üretimini desteklemek ve kaybını frenlemek için beslenme ve çevresel faktörlere dikkat etmek gerekir.
Kirlilik, serbest radikaller, sigara, alkol ve güneş gibi faktörler, şeker ve rafine edilmiş karbonhidratlar ile nişasta bazlı fruktozlar kolajeni azaltır.
Kolajen, hayvansal gıdaların bağ dokularında bol miktarda var. Özellikle tavuk ve diğer hayvanların kemiklerini kaynatarak elde edilen kemik suyunda kolajen içeriği çok yüksek. Kolajen üretmeye yardımcı olan temel besin maddeleri ise C vitamini, prolin, glisin, glutamin, arginin gibi amino asitler ile çinko ve bakır. Bu içeriklere sahip besinleri yeterli ve dengeli tüketerek kolajenimize sahip çıkmak mümkün.
Geleneksel tedavileri unuttuk
Kronik yani uzun süreli sağlık sorunlarını çözümlerken tedavide, hasta kişiye de “sorumluluk ve heves” yüklemek “umutsuzluk kültürü” aşılamayıp “ilaçsız olmaz” yaklaşımını yeniden gözden geçirmek, çözümün ille ve sadece “kimyasal takviyeler” ya da “ilaçlarda” değil, doğal güçlerde mesela “bitkilerde veya besinlerde” de olabileceğini bilmemiz lazım. Geleneksele tümüyle sırt çevirmeyi bir yana bırakıp, tıbbi süreçlere onları da (tabii ki şarlatanları değil) dahil etmenin yollarını bulup geliştirmek, modernle gelenekseli birleştirmek, ruhu bedene, bedeni ruha yeniden eklemek gereklidir.
Kalbinizi koruyun!
◊ Önce sizi “kolesterol haplarını yutmayın” gibi dipsiz kuyuya taş atan saçma sapan tavsiyelerden uzak duracaksınız. Sonra da sizi izleyen doktorunuza şu soruları sorup yanıt arayacaksınız:
◊ Koroner damarlarım neden plakların işgali altında?
◊ Nasıl bir beslenme planına ihtiyacım var?
◊ Kilo vermem gerekiyor mu?
◊ İnsülin direncim var mı? Varsa ne yapmam lazım?
◊ Gizli ya da açık diyabet hastası mıyım?
◊ Aktivite planım nasıl olmalı?
◊ Gizli bir iltihap/inflamasyon problemim var mı?
◊ Koruyucu destek olarak Omega 3 hapları Koenzim Q10 takviyeleri yutmam lazım mı?
◊ Ne sıklıkta ve hangi testler ile izleneceğim?
◊ Hipertansiyonum var mı? Varsa nasıl hareket etmeliyim? Müsaade edilen değerler nelerdir?
Kalbinin sağlam olduğunu düşünenlerin bile 40’ıncı doğum gününü takiben bu sorulara yanıt aramaları gerekiyor. Kolesterol trigliserit kan şekeri yüksekliği hipertansiyon insülin direnci ve göbeği olanların ise aynı soruların yanıtını 30’lu yaşlardan itibaren aramaya başlamalarında fayda var.
Stresin dozu kadar süresi de önemli
Yoğun ve kısa süreli stresler zannedilenin aksine bizi yaşlandırmaz. Sağlığımızda da ciddi bir hasar oluşturamaz. Sadece vücut sistemlerinden bir veya birkaçını olması gereken şekilde harekete geçirmemizi sağlar. Dolayısıyla önemli olan stresle karşılaşmamız değil, strese ne kadar, ne sıklıkta ve ne yoğunlukta maruz kaldığımızdır. Eğer stres sorunu kronik hale gelirse, işte o zaman bize zarar vermeye başlar. Başka bir deyişle, kısa süreli stres reaksiyonları iyidir ve gereklidir. Bu gibi stresler bizi daha başarılı ve çalışkan kılar, çocuklarımızı daha iyi yetiştirme imkânı sunar. Evimizde eşimiz ve çocuğumuzla, diğer ailelere kıyasla daha mutlu olabilme çabalarına girme olanağı tanırlar. Bizi çalışma hayatımızda daha başarılı olma gayreti içine sokarlar.
Paylaş