Paylaş
Birincisi “beslenme hatalarımız” artıyor. Bağışıklık sistemimizin en çok ihtiyaç duyduğu “protein” yüklü besinleri (yoğurt, et, peynir) yeteri kadar almıyor, buna karşılık sistemi zehirleyen şeker, un gibi zararlı yiyecekleri fazlaca tüketiyoruz.
Bağışıklık gücümüz için olmazsa olmaz kabul edilen besin unsurları ile vitaminleri yeterince kazanamıyoruz. En güçlü bağışıklık destekçisi kabul edilen D vitamini söz konusu olduğunda adeta “bitik” durumdayız. Her dört yetişkinden üçü D vitamini fakiri.
Bu sorun çocuklarda daha da yaygın. Listeye B12, C vitamini, Omega-3 ve probiyotik fakirliğimizi de ekleyebiliriz. Bağışıklığımızı zayıflatan sorunlar sadece kötü beslenmemizle ilgili de değil.
Bağışıklık gücümüzün en önemli destekçisi olan “huzurdan da yoksunuz”. Gerginiz, sinirli, öfkeli, endişeli ve daha pek çok şeyiz. Ve bu “pek çok şey”, sürüklediği stres sarmalı ya da kaygı durumu nedeniyle bizi “bağışıklık fakirleri” haline getiriyor.
Bağışıklığımızın canına okuyan bir sorun daha var: “Uykusuzluk!” Açık açık konuşmuyoruz ama çoğumuzun, özellikle 50 yaşı geçen nüfusun önemli bir bölümünün uyku problemleri yaşadığı kesin. Oysa güçlü bir bağışıklık için uyku olmazsa olmazlardan...
Önerim bu konularda kendinizi iyice sorgulayıp, sorunlu alanlar için çözüm üretmenizdir.
GRİP VİRÜSÜ HER KILIĞA GİRİYOR!
Grip virüsü “değişken/ oynak/ ele avuca sığmaz/ enteresan ve sık sık kılık-kimlik değiştiren bir virüs”. Bu özelliğini de yapısının/ genomunun sürekli değişmesine borçlu. Öyle ki her yıl değil, yıl içinde bile değişen genetik kombinasyonlar üretebiliyor. Böyle olduğu için de bir grip türüne karşı kazandığımız bağışıklık, ertesi yıl, hatta aynı yıl bile işe yaramıyor.
Problemin bu boyutu önemli ama en az bunun kadar önemli olan bir diğer boyutu da biziz! Bir kere bu acayip virüsü, inanılmaz ölçüde bulaşıcı yeteneği olan bu farklı virüsü birbirimize bulaştırmak ve yaygınlaştırmak için elimizden ne geliyorsa yapıyoruz. Ellerimizi yıkamıyoruz, yıkasak bile yeteri kadar iyi temizlemiyoruz. Birbirimizin suratına, yüzüne öksürüp aksırıyorken ağzımızı burnumuzu elimizle kapatıyor, sonra aynı ellerle hastalığı bir başkasına bulaştırıyoruz.
Kış aylarında sadece ellerimizi temiz tutmayı becerebilsek, yalnızca öpüşmeyi, koklaşmayı, tokalaşmayı bırakabilsek ve öksürürken, aksırırken, hapşırırken yaptığımız yanlışlardan vazgeçsek, sorunu önemli ölçüde engelleyeceğiz.
BİR GRİP REÇETESİ
Bol su ve çay için. Bana göre adaçayını birinci sıraya yerleştirin, çünkü ağız, boğaz bölgesi için antiseptik etkisi var. Günde 2-3 bardak adaçayı tercih edilir. Ayrıca soğutulmuş/ ılık adaçayı ile günde 2-3 kez ağız, boğaz gargarası da yapabilirsiniz.
Tavsiye edebileceğim bir diğer geleneksel çay da ıhlamur. Sıvı alımınızı artırmak için çorba ağırlıklı beslenmenizde de fayda var. Geleneksel öneri “tavuk suyu çorbası” hâlâ en favori grip besini olmaya devam ediyor. Burada dikkat edeceğiniz şey şu: Çorbayı mümkünse doğal ortamda yetişmiş bir tavukla hazırlamaya çalışın, tavuğu bütün olarak, yani derisiyle, kemiğiyle uzun uzun düşük ısıda pişirin ki içindeki bağışıklığa faydalı protein alt yapıları ve ana/ ara maddeler çorbanın suyuna iyice karışsın.
Çorbaya maydanoz, domates, havuç, karabiber, soğan ekleyip onu bir “bağışıklık çorbası” haline getirmeyi de unutmayın. Bir başka çorba önerisi ise probiyotik gücünüzü artıracak “lahana-kereviz çorbası”dır. Lahana, sarımsak, soğan, kereviz, havuç, limon suyu ile birlikte hazırlayacağınız bu çorba da bol limon ve maydanoz eşliğinde tüketildiğinde iyileşmenizi hızlandırabilir.
Hemen belirteyim: Her iki tavsiyenin de arkasında bilimsel bir çalışma, destek yok. Ama her ikisi de geleneksel tıbbın yüzyıllardır ürettiği çareler...
En az yeme içme kadar önemli bir nokta da dinleme/istirahat etme önlemidir. Dinlenme, vücudunuza enerjisini virüsle mücadelede kullanma fırsatı verir. Bu nedenle mümkün olduğu kadar istirahat etmek, hatta uyumak iyileşmenizi hızlandıracaktır.
AMERİKAN PARADOKSU
70’li yıllarda başlayan obezite fırtınası dozunu artırınca Amerikalılar yağ tüketimlerini yüzde 10 azalttılar. Şişmanlık/ obezite tehdidi ise azalacağı yerde arttı. Yağ tüketimindeki yüzde 10, kalori tüketimindeki yüzde 4 azalmaya rağmen ortaya çıkan bu beklenmedik gelişme tıp literatürüne “Amerikan paradoksu” olarak geçti.
Peki ne oldu da yağ kısıtlaması beklenen sonucu vermedi? Muhtemel sebeplerden biri, yağ kısıtlamasıyla birlikte zaten açlığı çekilen Omega-3 eksikliğinin iyice şiddetlenmesi, Omega-3 ile Omega-6 oranının bozulup bedenin adeta bir Omega-6 çöplüğüne dönmesi olmalı...
Bir diğer neden de muhtemelen CLA (Konjige Linoleik Asit) eksikliğidir. Süt ve süt ürünlerindeki yağ oranı azaltıldıkça CLA kazanımı da azalmakta ve önemli metabolik fonksiyonları olan CLA’nın eksilmesi kilo sorununu tetikleyebilmektedir.
Amerikan paradoksunun nedenini sadece elzem yağ asitlerinin eksikliği ile açıklamak da yetmez. Paradoksun önemli bir belirleyicisi, yağ azaltıldıkça belirginleşen “karbonhidrat çılgınlığı” ve “kötü karbonhidrat tutkusu”dur. Yağsız beslenmek daha çok ve kontrolsüz şekilde kötü karbonhidrat (şeker, fruktoz, un, nişasta) tüketimine kapı açmaktadır.
Obezite ile mücadelede Amerikan paradoksundan çıkartılacak önemli dersler var. Bu derslerin başında obezite probleminin yağ tüketiminin fazlalığından ziyade “kötü yağlar” (trans yağlar ve omega-6’lar) ve “kötü karbonhidratlardan” kaynaklandığını bilmek geliyor.
Paylaş