Paylaş
Temel gelirin reklam olduğu ve bir saat içinde belirli süreden fazla reklam girilemediği gerçeğinden hareketle diziler olabildiğince sündürülüyor. Böylece, dünyada eşi menendi olmayan sürelerde tamamlanıyor diziler her akşam. Bir önceki bölümün özeti, yeni bölüm, arada reklam ve tanıtımlarla bazen üç saati aşan bir “ekran tecrübesi” ya da “ezasının” bir başka bedeli de bizzat dizinin temposu bahsinde oluyor. Bir türlü bitmiyor mevzular, bir türlü anlatılmıyor bir hakikat, bir türlü söylenmiyor aşık olunduğu, bir türlü faş olmuyor bir ihanet, bir türlü anlaşılmıyor “vehbi’nin kerrakesi”. Öyle ki, araya şiirler mi konmuyor bazen de şarkılar (bazen kahramanımız alıveriyor sazı eline, bazen de arkada bir şarkı, bir türkü görüntülere eşlik ediyor), boş boş bakışlar, aynı repliği her on dakikada bir tekrar ettirmeler; bu da yetmiyor, kameranın uzun uzun gösterdiği mimikler, garip vücut hareketleri, göz kırpmalar ve tabii ki, yerli yersiz bağırmalar, çığlık, çırpınış. Bu işi ne iyi beceren dizinin Karagül olduğunu teslim edelim, nasıl ki Spagetti Westernlerde (onlar da üç saate yakın sürüyordu ama neticede bir film, sonunda bitiyor!) bu işi İtalyanlar yakından yüz çekimleri, uzun uzun bakışmalar ve tempoyu tutturmak için ustaca bestelenen müziklerle becermişti, Karagül de, “esmer buğdaydan yapılmış salçalı makarna” kıvamında dizi yazma kurallarını “yeniden” belirledi, tempoyu olabildiğince düşürdü.
Bunun kolay bir şey olduğunu sanıyorsanız çok yanılırsınız. Çünkü temposu düşen bir anlatının hemen fark edilen ve acilen çözülmesi gereken derdi “sıkıcı” olmaktır. Şematik görünmesine rağmen tam olarak neyi, nasıl düşündüğü bir türlü anlaşılamayan tuhaf, sırlarla dolu karakterlerle sıkıcılıktan kurtulmak için nelerin yapılması gerektiğini de “formüle” etti Karagül. Çoğu “atarlı”, nörotik (hatta bazen, tam anlamıyla sosyopat), birdenbire duygu patlamaları yaşayan, gaddarlıkla şefkat arasında gidip gelen, deyim yerindeyse, bir sürü “çatı altı delisi” diyebileceğimiz karakteri dizinin “normal” kahramanları olarak ekrana taşıdı. Temposu düşük anlatıyı sıradışı kahramanların ne yapabilecekleri merakıyla dengeledi. Tabii ki, kamera ve müzik, etkin olarak bu formülü güçlendirmek için kullanıldı. Hikayeler sündürüldükçe sündürüldü, olaylar haftalarca sürdü, bir türlü murada erilemedi. Karagül dediğime bakmayın, şu anda gösterilen bir çok dizide bu formülün farklı versiyonları genel kural olarak tatbik ediliyor. Tabii ki, bu temposozluğun da bir bedeli var. Bazı izleyiciler, gelişen teknolojinin de yardımıyla dizileri internetten, reklam ve tanıtımlarını geçerek, nispeten daha kısa sürelerde izlemeyi tercih ederken, bir başka grup da yerli dizileri izlemeyi bırakıp yönlerini reality şovlara çevirdi. Örneğin, geçen hafta gösterime girmeyen Küçük Ağa yerine Kanal D’nin yayına soktuğu Ben Bilmem Eşim Bilir neredeyse dizi kadar reyting aldı! Acun Ilıcalı’nın başarısı (TV8 öncesi ve sonrasında) belki de ekrandaki dizilerden sıkılan izleyicilere bir başka alternatif sunabilmesinde yatıyor.
Paramparça, dizilerdeki marazî temposozluğu, formüldeki hatayı görünür kıldığı için izleyiciyi tekrar ekran başında topladı. Nasıl mı? Anlatının temposunu hızlandırarak. Öyle ki, örneğin yine Karagül ile karşılaştırırsam, Paramparça’nın ilk bölümlerinde en az beş bölümlük bir içerik vardı. Daha doğrusu, bir diziyi izlemesi için bir izleyecinin sorduğu o temel soruyu (peki, bundan sonra ne olacak?) cevaplandıracak en azından beş cevap bulunuyordu. Büyük bir ihtimalle bu nedenle, roket hızıyla yükselmeye başladı dizi. Muhteşem Yüzyıl’dan beri görmediğimiz bir reytinge erişti ilk kez geçen hafta, 20+ABC’de (reklamcıların özellikle önem verdiği izleyici kesiti), yüzde 12 izlenme oranını yakaladı! Dahası, karşısında geçen sezondan devam eden, Karadayı gibi bir dizi vardı. Karadayı önemli bir dizi bir çok bakımdan, bir kere Karagül gibi bir formülle yazılmamıştı başlangıcında. Hızlı başlamıştı ilk sezonuna, çok iyi bir oyuncu kadrosu, izleyicinin pek sevdiği bir mahalle ortamında gelişen bir olay örgüsü ve dönem dizisi olmanın bir çok avantajını bir araya toplamıştı.
Ama şunu da teslim edelim ki, bu sezon Paramparça başlayana kadar, o da “temposuzluk” formülünü tercih etmeye, Mahir ile Feride’yi birbirlerine uzun uzun baktırmaya, “kadınım” ile başlayan upuzun tiratlar attırmaya, ezcümle, anlatıyı “rölantide” tutmaya başlar olmuştu. Karşısana konan dizileri (Ulan İstanbul gibi) ve “hızlı” ama konu itibariyle takip edilmesi zor, kadro sorunları da olan Reaksiyon’u alt ettikten sonra iyice rahatlamıştı senaryo ekibi. Ta ki Paramparça gelene kadar. İlk şoku atlattıktan sonra, Karadayı’nın senaristleri teslim olmaya niyetleri olmadığını hemen belli etti. Hikayeyi hızlandırdılar, aşıkların birbirlerine yaşadıkları “güzelleme” sahnelerini hemen kısaltıp yeni konularla (Belgin’in ifşa olan sırrı gibi) izleyicisini konsolide etmeyi başardılar. Örneğin, 8 Aralıkta (ilk kez Paramparça tarafından iki kategoride geçildikleri tarih) AB’de 6,76 reyting alan dizi, son bölümde (5 Ocak) 8,73’e çıktı. Ama Paramparça cephesinde reytingler çok daha hızlı bir artış gösterdi. 8 Aralıkta AB’de 7,26 olan oran, son bölümde 11,26’ya çıkmış! Paramparça’nın sadece diğer dizilerden izleyici kazanmaktan öte, yerli dizilere “tövbe etmiş” izleyiciyi de kendi safına çekebildiği düşüncesindeyim.
Eğer geçen yılın bir özeti yapılacaksa ve bu çerçevede, bu sezon başlayan işlere bakılacaksa iki dizinin oyunu değiştirdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki Paramparça, diğeriyse, bir önceki yazımda analiz ettiğim, Diriliş Ertuğrul. Diriliş Ertuğrul’un başarısını tempoyla açıklamaya çalışmanın bir manası yok. Çok daha derin bir ideolojik refleksin dışavurumu Diriliş (bu bağlamda, örneğin altı milyon izleyiciye erişen Fetih 1453 filminin gişe başarısını hatırlayabilirsiniz), üstelik teknik olarak çok da iyi çekiliyor. Paramparça ise, konu itibariyle şu anda gösterimde olan dizilerden pek de farklı değil. Tipik, konu itibariyle oldukça eklektik, bir çok klişeye kullanmaktan kaçınmayan, Yeşilçam geleneğine de göz kırpan, iyi oyuncuları da olan bir dizi. Bunlarların bir araya gelmesinin yetmediğini bu sezon gösterime giren bir çok dizi kanıtladı zaten. Demek ki, Paramparça’nın esas farkı süratinde. Kafada kolayca sorular sorduran ve merak edilenlerin en az yarısına cevap verebilecek bir senaryosu ve yüksek bir temposu var. Üstelik, yeterince karmaşık ama anlaşılmaz değil. Belki de, yeni izleyici panelini fethetmenin formülü bu. Süratli, soruları çetrefil ama cevapları basit, ekran başında kalakalma, soluksuz izleme vaadiyse sonsuz.
Paylaş