Paylaş
Çözüm süreci başladığından bu yana; değişik çevreler, ısrarla, sürecin başarısız olacağını iddia ediyorlar.
Mesela MHP'nin tezi (ki, en net yaklaşım, MHP'de) "Terör örgütüyle pazarlık ihanettir, Türkiye'nin bölünmesine yeşil ışık yakmaktır." şeklinde.
CHP ise, başından beri, sürecin İmralı ve Kandil üzerinden ele alınmasına karşı çıkıyor. Görüşmelerin, 'yalnızca Kürtlerin seçilmiş temsilcileriyle yürütülmesinden yana olduklarını' söylüyorlar.
CHP, çözüm konusunda, geçtiğimiz aylarda, bir tasarı hazırladı. Tasarı; Meclis'te grubu bulunan dört partinin ikişer temsilciyle katılacağı bir "Mutabakat Komisyonu" kurulmasını; ve bu komisyonun, kararlarını, tıpkı Anayasa Hazırlık Komisyonu'ndaki gibi mutabakatla alması şartını içeriyor.
Anayasa Komisyonu'nda, "mutabakat şartı"nın, kararların alınmasını hemen hemen imkansız hale getirdiği görüldü. Kürt sorunu gibi bir meselede, bu mutabakatın işleyebileceğini düşünmek, 'imkansızı istemek' anlamına geliyor.
Savaş sürsün diyemiyor da...
CHP ve MHP'nin yanısıra; çözüm sürecine, 'daha karışık' bir dille karşı çıkan bir 'üçüncü eğilim' de var. Çatışma döneminde esas olarak Kürtlerin yanında saf tutan bu kesimler; barış sürecinin başlamasıyla birlikte, çözüme karşı çıkanlarla benzer bir dil kullanmaya başladılar. Çözüm karşıtı cephenin parçası haline geldiler.
"Demokrasi ve insan hakları" vurgusunu öne çıkarıyormuş gibi görünen bu çevrelerin temel tezleri şöyle: "AKP'yle çözüm olmaz, demokrasi olmadan, basın özgürlüğü olmadan barış olmaz...", "Roboski'deki cinayetin sorumlusu bir iktidarla bu işin çözülmesini beklemek hayaldir."
Demokrasinin olmadığı çatışma alanları
"Demokrasi olmadan barış olmaz" tezi, dünyanın dört bir yanındaki çatışma alanlarındaki gerçeklikle çelişen bir tez. Şu anda, dünyanın en az 80 bölgesinde, silahlı çatışma sürüyor. Bu bölgelerin tamamında barış için görüşmeler yapılıyor. Bunların bir kısmı barışla, bir kısmı ateşkesle, bir kısmı da kalıcı, ya da köklü çözümlerle sonuçlanıyor. Söz konusu ülke ve bölgelerin tamamına yakınında demokratik olmayan rejimler var. Bu yerlerin çoğu, Afrika'da. Afrika başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanındaki silahlı çatışmaların büyük oranda etnik meselelerden kaynaklandığı da, bir başka gerçek.
Barış müzakeresi, demokratik bir ülkede de görülebiliyor, demokrasiyle ilgisi olmayan otoriter bir rejimde de... Hatta, günümüz gerçekliğine baktığımızda; barış müzakerelerinin, daha çok, otoriter rejimlerde görüldüğünü, fark edebiliyoruz. O nedenle , "demkorasi olmayan yerde barış olmaz" tezi, gerçeklikle bağı olmayan uydurulmuş bir tezden öteye geçemiyor.
Güney Afrika örneği
Bu konudaki en çarpıcı örneklerden birisi Güney Afrika. Nelson Mandela'nın önderlik ettiği Afrika Milli Kongresi Örgütü, barış müzakeresini, ülkedeki ırkçı rejimin sorumlularıyla yürüttü. Birçok yasal değişiklik barış görüşmeleri döneminde gerçekleşti.
Eğer Mandela, "Önce demokrasi getirin, sonra görüşelim" deseydi, ne barış ne de demokrasi gelirdi.
Türkiye'ye gelince: Anayasa ve birçok temel yasa, hala evrensel demokrasi değerleriyle çelişiyor. Yüzde 10 barajı, Siyasi Partiler Kanunu gibi noktalarda, ciddi sıkıntılar var. Bunun da ötesinde, toplumsal olarak, demokrasiyi tam anlamıyla kavramak ve içselleştirmek noktasında, çok yoğun sorunlarımız var.
Peki, bu durumda, barış görüşmeleri sürdürülemez mi, çözüm üretilemez mi? "Demokrasi yok müzakare yapmayız" demek, kimi işine gelir? Öte yandan Türkiye'nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engellerden birisinin, Kürt sorununa çözüm üretilememiş olması. Türkiye'deki rejimi otoriterleştiren ve insanların demokrasiyi algılamasını zorlaştıran etkenlerin başını da, savaş ve çatışma çekiyor.
Kürt sorununda çözüm arayışı; bu köşede defalarca dile getirdiğim gibi, devleti de siyasi aktörleri de, toplumu da, olumlu yönde bir değişime zorluyor. Zorlamaya devam da edecek. Varolan özürlü demokrasinin, sağlıklı bir hale dönüşebilmesi; başta Kürt sorunu olmak üzere, bir dizi alandaki değişikliklere bağlı. Bunlar, demokratikleşebilmek adına, yeterli koşul değilse de, zorunlu koşul.
Hükümet ile Kürt siyasi hareketi arasında yürütülmekte olan görüşmelerin ilerlediği oranda, bir çok kanuni değişikliğin gündeme geleceğini, biliyoruz. Öcalan'ın önerdiği taslağın, bir dizi alanda demokratikleşme içerdiği, açık.
"AKP'yle olmaz, gelişmiş bir demokrasi olmadan olmaz" tezleri, aslında "olmaz diyeceğiz de... ne gerekçe bulacağımızı bilemiyoruz" anlamına geliyor.
Yüzyıllık bir etnik meselenin, tekçi devlet mantığıyla örgütlenmiş ve ona göre siyasileşmiş bir devlet yapısı içinde çözümlenmesi; elbette zor. Ancak bir başka gerçek daha var: Bugünün dünyasının koşulları içinde, Kürtleri haklarını inkar ederek yola devam etmek de, mümkün değil.
Pazarlık (hele de etnik meselelerde, hele de bu çapta etnik meselelerde) doğal olarak, bazı zorluklar içerir. 30 yıllık bir savaş, 50 bine yakın insanın yaşamını yitirmiş olması, 3 bin köyün yok edilmesi gibi dramatik olaylardan oluşan bir yakın tarihten söz ediyoruz.
İki tarafın da, kendi mahallesini barışa ikna etmesi, o kadar kolay değil. Dünyanın hiç bir yerinde, böyle süreçler, kolay değildir.
Kürtlere "AKP'ye satıldınız, demokrasiyi sattınız" diyerek mahalle baskısı uygulamak, çözüm karşıtı ve ikiyüzlü bir yaklaşım. Türklerin arkasına geçip, "Bebek katilini affediyorlar" demekle aynı mantık üzerine kurulu...
Sonuç olarak, her ikisinin de yolu, çözümsüzlüğe çıkıyor.
Paylaş