Paylaş
Aslında üzerinde kolayca anlaşılabilecek bir konu. Adliye dahil, güvenlik gerektiren bütün toplu yaşam alanlarında; bugünün dünyasında, günümüzün terör gerçeği karşısında, bir arama yapılması doğal. Alışveriş merkezlerinden, havaalanlarına kadar, çok değişik yerlerde, değişik şekillerde aranıyoruz. Bir yönüyle bakıldığı zaman, eziyet. İnsan sıkılıyor, zaman kaybediyor. Ancak, kaçınılmaz.
Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu'nun dikkate değer bir açıklaması var: "Bakın adliyelerde avukatların dışında, hakimler, savcılar ve idari personel de aranıyor mu? Aranmıyorsa suç duyurusunda bulunun."
Bu kadar hassas bir konuda, bir kesime ayrıcalık yapılmasını kabul etmek mümkün değil. Binlerce görevlinin içinde, kötü amaçlı kişilerin olabileceğini, kim reddedebilir? Bu nedenle arama olmalı. İstisnası olmamalı.
Mesele aslında "net"ken, neden yer gök inliyor? Neden ortalık kargaşaya teslim oluyor?
Siyasetin dili
Siyasetin, "gerilimi tırmandırıcı" bir dil kullandığını görüyoruz. Saldırganlar, belli ki, avukatlara tanınan imkanları kullanmışlar. Olabilir. Bunda, avukatların nasıl bir günahı olabilir ki?
Avukatları hedef alan, onları rencide eden dilden kaçınmak gerekiyor. Gerilim, "avukat cübbesiyle içeri girildi" tartışmasıyla başladı. İktidarla, muhalefete yakın duran barolar arasında, bir bilek güreşi oluştu.
Çok daha makul yollar izlenebilir(di): Adalet Bakanlığı, Barolar Birliği yöneticileriyle bir araya gelebilir; adliyelerin güvenliği için ortak bir değerlendirme yapılabilir(di). Adliyelere girişte daha ciddi güvenlik önlemlerinin alınması şart. Bağırıp çağırmadan, karşılıklı ağır suçlamalarla konuyu çığrından çıkarmadan, bir çözüm aranabilir(di).
Ülkemizdeki "aşırı kutuplaşma"; çok da karmaşık olmayan konuları, içinden çıkılmaz tartışmalara dönüştürebiliyor.
Sonuç olarak, yaşadığımız ağır bir acı var. Şiddetin tırmandığı koşulların içindeyiz. Ülkemizin güney sınırlarında, kan gövdeyi götürüyor. Oradaki kıvılcımlar, Türkiye'de de, yankısını hissettiriyor. "Bu olay kime yaradı" tartışmaları yerine; iktidarıyla muhalefetiyle, içinde bulunduğumuz tabloyu kavrayabilen bir özen ve itidale ihtiyaç var.
Suriye'de, Irak'ta, çaresiz bir şekilde yerinden yurdundan olan, başka ülkelere sığınarak, yaşam mücadelesi veren insanların; "iktidar" mı, "muhalefet" mi olduğunun, artık ne önemi var?
Akreditasyon yanlış
Savcının kafasına silah dayanmış fotoğrafın, gazeteler ve TV kanallarında yayınlanması, yanlıştı. "Terörün meşrulaştırılması", "örgütün propagandası" gibi sonuçlara hizmet edebilecek doğrultuda bir yayıncılık hatası ile karşı karşıyayız.
Siyasetçiler ve gazeteciler; haklı olarak, meslek etiği ve hukuk açısından sorunlu olan bu yayıncılığı eleştirebilirler, hatalı bulduklarını ifade edebilirler. Ettiler de...
Tabii, o anki psikolojik ortamın da etkisiyle, bu resimleri basan yayın organlarının muhabirlerine, cenazeyi izleme yasağı koymak da, doğru değil. Eğer ortada hukuki bir sorun varsa; çözümün yolu, yargıya başvurmaktan geçiyor. Bu fotoğrafları yayınlayan medya kuruluşları hakkında, savcılığın soruşturma açtığını görüyoruz. Aynı şekilde, medya örgütleri de, etik açısından ve mesleki açıdan, bu yayıncılığı masaya yatırabilir, bir "otokontrol" sağlayabilirler.
Geçmişte akreditasyon yasağından çok çektik. Bunun yanlışlığını bilen, geçmişin sıkıntısını yaşayanların; bu konuda daha duyarlı olmasını beklemek, hakkımız.
Biraz sakin düşünsek
Cumhurbaşkanı; bu seçimi, bir başkanlık referandumuna dönüştürmeye çalışıyor.
Muhalefet de, Erdoğan'ın hedeflerini engelleyecek bir sonuç elde etmek, geçmiş seçimlerden daha fazla oy oranına ve sandalye sayısına ulaşabilmek için, hazırlıklarını yürütüyor.
Bu açılardan; "çok partili siyasi rejimin doğasına aykırı" sayılabilecek bir durum, söz konusu değil.
Gelin görün ki, siyasetin dili çok sert ve acımasız. Kampanyalar, sanki bir "varlık yokluk savaşı" biçiminde yürütülüyor. Bu, yaşadığımız çok kritik bölgenin ve dönemin ihtiyaçlarına uygun düşmüyor.
Hırs, siyasetin doğal, hatta gerekli bir parçasıdır. Ancak, hırs, bir sınırı aştığı zaman, kendisine ve çevresine zararlı hale dönüşebiliyor.
Paylaş