Paylaş
Eski Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel'le bir söyleşim sırasında, 12 Mart 1971 askeri darbesinin nedenini sormuştum. Cevabı özetle şöyleydi:
"Tam olarak nedenini bilemem. Ancak bazı yorumlarda bulunabilirim. Ben o yıllarda Türkiye'de demir çelik fabrikaları kurmak amacıyla, Batılı ülkelere başvuruda bulundum. Hiçbirisi destek vermedi. Bu konuyu Sovyetler Birliği'ne götürdüğümde, çok açık bir destek gördüm. İskenderun Demir Çelik Fabrikası'nı ve Seydişehir Alüminyum Tesisleri'ni kurabileceklerini söylediler. Karşılığını da, para yerine, Türkiye'de üretilen mallarla verebileceğimizi söylediler. Bu iki büyük tesis bu şekilde hayata geçti. Ancak bu durumdan ABD'nin ve bazı önde gelen Batılı ülkelerin hoşlanmadığını biliyorum. Kendi kontrolleri dışında bazı adımlar atmıştık. 12 Mart darbesinde acaba bunun mu rolü oldu diye düşünürüm."
12 Mart darbesinde; Demirel'in Sovyetler'le böylesine bir işbirliği içine girmesi ne kadar etkili oldu, net olarak bilmek mümkün değil. Ancak, şunu hepimiz iyi biliyoruz: Ülkemizdeki siyasetçiler, genelde, "ABD ile sorunlu" hale gelmeyi istemezler. Böyle bir durumu, siyasi ikballeri açısından riskli görürler. Toplumun önemli bir kesimindeki ağırlıklı görüş, "ABD ile çatışan siyasetçinin işinin bitirileceği" yönündedir...
Bu inancın, bu düşünce tarzının arkasında bir gerçek yattığını kimse inkar edemez. Her gelişmeyi Washington'a bağlamak paranoyakça olsa da; sonuç olarak, ABD'nin dünyanın değişik yerlerinde iktidarlar kurup, iktidarlar yıktığını kimse inkar edemez.
BATI İLE İLİŞKİLER
Son dönemlerde, AK Parti iktidarının ve Tayyip Erdoğan'ın, Batı ile ve ABD ile sorunları olduğu bir gerçek. Şimdiye kadar çok alışık olmadığımız bir dille, özellikle önde gelen medya kuruluşlarında Erdoğan'a yönelik sert değerlendirmeler yapılıyor. Bu tablo, doğal olarak, Türkiye'nin içindeki muhalif çevrelerde bazı beklentiler oluşturabiliyor. "Batı istemiyor, işi bitti, gidecek" değerlendirmeleri; zaman zaman, yeniden güncellik kazanıyor.
Türkiye'nin Batı'yla ilişkisinde, bazı kesimlerce düşünülen veya arzulanan oranda bir "kırılma" söz konusu değilse bile; bir şeylerin değiştiği, köprülerin altından artık farklı sular aktığı ortada.
30 MART SEÇİMLERİ
30 Mart seçimlerinin ardından, Washington'a yaptığımız bir gezide; ABD'nin siyasi merkezlerindeki isimlerle konuşma olanağı bulduk. ABD'li siyasetçiler; Erdoğan'dan şikayetçi de olsalar, toplumsal desteği arkasına alan, seçim kazanan siyasetçiyle yollarına devam edeceklerini hissettirdiler. Hava Erdoğan'ın seçimleri kazanması ve halkın desteğini almasıyla kısmen değişmişti...
Bu durum, Türkiye'nin içinden ne kadar algılandı, değerlendirmek zor. Son dönemde, ne olursa olsun, şu soru yaygın: Nasıl oluyor da, Batı'yla (dozu bazen hızla tırmanabilen) gerilim ve tartışmalar yaşamayı sürdüren bir iktidar ayakta kalabiliyor?
İLİŞKİNİN STATÜSÜ DEĞİŞİYOR
Türkiye'de; Batı'ya değişik platformlarda itiraz eden, İsrail konusundaki çifte standarda karşı koyan, İslamofobi üzerinden oluşturulan din algısını kabul etmeyen bir iktidar var. Bazen öfkeli ve itici, bazen makul bir dil kullanan bu iktidarın, toplumun desteğini aldığını gören Batı'nın; "yeni bir ilişki mantığı" geliştirmesi normal...
Batı'nın, "Türkiye ile ilişkilerini ayarlamak" noktasındaki sıkıntıları, önümüzdeki dönemde de devam edecek gibi görünüyor. Bir yandan da, bu "yeni ilişki biçimi" üzerinden, yeni bir statü oluşuyor. İlişkinin formatı değişiyor, atmosferi değişiyor.
Türkiye içindeki "Batı Erdoğan'ı bitirir" beklentisinin de, yavaş yavaş enerji kaybettiği kanaatindeyim. Muhalefetin yapması gereken; daha iyi hazırlanmış, daha dinamik projelerle toplumun karşısına çıkmak.
Türkiye'nin içinde ve çevresinde devasa sorunlar bulunuyor. Muhalefet, artık klasikleşmiş olan "anti-Erdoğan psikolojisi"ni aşarak, "daha çözüme yönelik" siyasetler üretebilecek mi? Göreceğiz.
Paylaş