Bilgisayar oyunlarını sevmem, hiç anlamam, bugüne kadar kıyısından köşesinden dahi uğramışlığım yoktur o alana.
Ama önceki gün geçtim sanal direksiyonun başına. Karşımdaki pırıl pırıl dev plazmada birden Toskana belirdi! Tozlu, bol virajlı yollarıyla... Ekrandaki her şey o kadar gerçekçiydi ki, sanki oradaymış gibi hissettim. Ve gaza bastım! Evet, normalde araba kullanmayı bilmeyen ben, deliler gibi gazladım. Çünkü oynadığım oyun icabı rallideyim ya, sonuna dek basmam gerekiyor gaza. Bastım ama, küt bir tarafa, sonra küt öteki tarafa, saman balyalarının arasına savruldum... Vazgeçmedim, aracı toparladım yeniden yola çıktım. Direksiyon sanal manal ama, bayağı hakimiyet gerektiriyor. Bir süre sonra kollarım yoruldu ve pes ettim. Ama itiraf ediyorum, çok zevk aldım! Şimdi ben Play Station’cı filan mı oldum? Bu gidişle olabilirim de, çünkü “The Game” insanı baştan çıkaran bir yer. Point Hotel Barbaros’un hemen altında açılan, Türkiye’nin ilk bilgisayar oyunu kulübü The Game, 1.5 milyon dolar harcanarak açılmış devasa bir yer. Ve burası sadece ve sadece yetişkin koca bebekler için... Bu yüzden olsa gerek “The Game” hayli lüks. Barı var, oyunların nasıl oynanacağını sana sürekli anlatan kaliteli çalışanları var (yani hiç bilmeseniz bile oyunları sabırla anlatıyorlar), hatta DJ bile var. Bir süre sonra içeride partileyebilirsin hani... Dahası, The Game’in dekorasyonu uzay gemisi ambiyansında. Oyunların yer aldığı plazmaları yan yana dizip nefis bir şekilde ışıklandırmışlar. Sanki Kaptan Kirk her an bir yerlerden kopup gelecekmiş gibi... SON BİR NOT: “The Game”, üyelik sistemiyle oyun meraklılarına ulaşmayı hedefliyor. Herkesi almayacaklar içeri yani. SON BİR NOT-İKİ: “The Game”de oynadığım en ilginç oyunlardan biri “Heavy Rain”di. Bu oyunda filmin baş karakterinin ne yapacağına karar veriyorsunuz! Elinizde bir joystick, duş aldırıyorsunuz karaktere ya da diş fırçalatıyorsunuz! Evin dışına çıkartıp çocuklarıyla oyun oynatıyorsunuz. Hep böyle devam etmiyor tabii. Karakterin başına birtakım dramatik olaylar geliyor, o olayları engelleyip kaderini değiştirmek de size bağlı. Bayağı uydurukçuluk yani!
Bugünlerde...
Böyle zamanlarda, tedirginliğin-çaresiz-liğin-‘neler olup bitiyor’un artık yakalanamadığı ve fütursuzca en fazla “yok artık, oha” dediğin bu şaşkın zamanlarda, sosyal hayat yazıları yazmaya devam etmek çok zor oluyor. Çünkü mevzu ettiğin şeyler sonuçta hayatın bir başka yüzü. Bahsetmeye devam ettiğin anda ayıplanmak, kınanmak an meselesi. İnsanlar bu tür zamanlarda tüm köşecilerin toplu halde rotasını politikaya kırmasını bekliyor. Bu tepki bana doğal geliyor. Ama şu da es geçiliyor. “Hayatın bir başka yüzü” dediğimiz şey de, olup bitenden bağımsız değil. Yani sosyal hayat da gündemden etkileniyor. Sonuçta insanlar oluşturuyor o hayatı. Barları, restoranları, alışveriş merkezlerini, vesaire... Ve oralardaki hayat durmuyor. Durmaması da bana doğal geliyor. Çünkü konuşmaya, buluşmaya, eğlenmeye, yemeye-içmeye ihtiyacımız var. Bugünlerde belki de, her şeyden çok...
Victor doğaya döndü
Güzel bir insanı kaybettik; Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurucusu ve Türkiye’de organik tarım/ekolojik yaşam deyince akla gelen ilk isimlerden birini, yani Victor Ananias’ı... Her genç ölümde olduğu gibi, şaşırdım kaldım. “Nasıl yani?” dedim. Hiç tanımıyordum kendisini, ama yaptığı çalışmaları, dergisini takip ederdim hep... Ölüm sebebinin, eğer doğruysa, yediği yabani mantarlardan olması daha da tuhaf/ilginç; artık ne derseniz deyin... “Doğa onu yanına aldı” diyorum, doğa gerçekten Victor’u yanına çağırdı galiba...