Paylaş
Karaköy’deki Gradiva Otel’in girişindeki Bank Cafe’de buluşuyoruz.
Çok üşümüş, bir an önce içini ısıtacak bir şeyler içmek istiyor.
Zencefilli karanfil çayında karar kılıyor.
Arzu edilirse çaya konulsun diye masaya getirilen balın bir süre sonra serseri bir misafiri olduğunu görüyoruz: Bir sinek!
Öyle böyle değil; biz konuşurken sürekli dikkatimizi dağıtıyor, kelimelerimizi bölüyor bu yapışkan sinek.
Birkaç kere kovuyoruz, ama sinek yine gelip dadanıyor.
Sanki bizi dinliyor ya da konuşmamızı istemiyor gibi… En sonunda sineğin varlığını unutuyor, kelimeler arasında kayboluyoruz. Belki de baştan beri yapılması gereken buydu:
Vızıltıya kulak tıkamak!
Yoksa konuşamaz, çalışamaz ve içinize dönüp üretemezsin ki… Son yıllarda adının önüne hep “en pahalı ressam” sıfatını koyup yurtdışı başarılarını konuştuğumuz Taner Ceylan da çevresindeki tüm vızıltıları olabildiğince duymamak zorunda.
Ama takdir edersiniz ki ülkemizin vızıltıları insana hayatı zindan ettirecek denli uğultulu ve sağır edici.
Taner Ceylan yolun başından beri bunu yaşadı, hala da yaşıyor.
Önce galeriler resimlerinden ürktü.
Matbaalar kataloglarını basmak istemedi.
Sonra bir üniversitemsi (Yeditepe) sergilediği resimleri müstehcen bulup onu işten çıkardı.
Son olarak da ‘Kayıp Resimler’ serisiyle Cumhuriyet öncesine dokundu ve bu kez de tehdit aldı. Korumalarla dolaştı.
Peki onca yara bereden sonra ‘Ruhani’ tablosundaki boksör gibi mi? İyi ki yaşamışım olgunluğuna mı sahip yoksa nefreti baki mi?
“Herkes kendi açısından kendi doğrusuyla hareket etti. Bende kendi doğrularımla... Kimseyi suçlamıyor ve nefret etmiyorum.
En nihayetinde su aktı ve yolunu buldu. İyi ki doğam gereği koşulları zorlamışım. Karşı taraf da beni zorlamış! Ayşegül Sönmez’in bir yazısında dediği gibi, şimdi artık her galeri kendi Taner Ceylan’ını arıyor”.
Haklı, en son Contemporary İstanbul’da Ceylan’ın izinden yürüyen gençlerin işleri vardı. Ceylan, bu gençlere tepeden bakmıyor ama:
“Bana öykünerek sanat yapan genç sanatçıları destekliyorum.
Başta bende biraz David Hockney biraz Nan Goldin’dim.
Sonra Taner Ceylan ortaya çıktı. Aynı şekilde bu genç sanatçıların içlerindeki Taner Ceylan daha sonra kendi gerçekliğine evrilecek”.
“HİÇBİR TAŞI YERİNDEN OYNATAMAM”
Şu an istese İstanbul’u terkedip gidecek lükse sahip Taner Ceylan. Çünkü geçen aylarda anlaştığı New York’taki Paul Kasmin Galeri orada üretmesi için bir atölye tutmayı teklif etmiş.
Ama Ceylan ailesine, dört kişilik ekibine ve İstanbul’daki sosyal çevresine/mazbut hayatına şaşırtıcı derecede bağlı.
“Tamamen gidemem” diyor, “Ama elbette sık sık New York’ta olacağım. Oradaki sanat çevresiyle gerçekleşen tanışıklıklarımın sıcak kalması gerekiyor. Bir de İstanbul’da yaşayamadığım mental özgürlük orada büyük bir konfor”.
Peki New York’taki ilk sergi ne zaman olacak?
“Galerinin yeni mekanında, sonbaharda. Kayıp Resimler Serisi’ni göstereceğim ve konuyu şimdilik nihayetlendireceğim. Ondan sonra da Altın çağ serisi gelecek”.
Altın Çağ deyince Ceylan, konuya bodoslama dalıyorum.
Her ne kadar 21 Aralık tantanası geçip gitse de bu meseleler benim ilgimi hala çekiyor.
O yüzden bir kuantum sorusu sormam kaçınılmaz. Olasılıklar ve paralel evren üzerine düşünmek hoşuna gidiyor mu acaba?
“İçinde bulunduğum evreni seçerek ve bilerek geldim. İkinci bir ihtimalin varlığına inansaydım, çevremle bu kadar büyük bir varoluş savaşı vermezdim. Bugünden geriye baktığım zaman hiçbir taşı yerinden oynatamam! Biliyorum ki paralel evrenler, kuantum mekanikleri, sonsuz seçenekler mümkün.
Sanırım benim bir önceki hayatlarımdan getirdiğim kapatılması gereken faturalar var ve önemli. O nedenle çok fazla seçeneğim yok hayatta”.
TÜRBANLIYI RESMEDER Mİ?
Konu dönüp dolaşıp dine geldiğinde ise tüm ruhsal öğretilere eşit mesafede olduğunu söylüyor: Fotoğraf: Murat Şaka
“Herkes doğrusunu nerede bulursa orada mutlu oluyor”.
Peki bir gün bir din adamı ya da türbanlı kadını da resmeder mi?
Net bir yanıt veriyor Ceylan:
“İnsanlar hayatlarıyla kalbime dokunur ve dostluğumu kazanırlarsa kılık, kıyafet ya da cinsiyetin hiçbir önemi kalmıyor”.
Gelelim şu “en pahalı ressam” sıfatına...
Şu anki yaşam tarzının ‘pahalı’ olup olmadığını merak ediyorum. Yanıtı yine sakin ve duru:
“İlk resimlerimi sattığımda 35 yaşındaydım ve fiyatlarım bin dolar civarındaydı. Ruhani’ye kadar olan süreç kolay değildi.
Kazandığım para kulağa büyük geliyor ama unutmayın ki bahsedilen rakamların yüzde otuzu bana aktarılıyordu.
Evet, gelen paralar beni ve çevremi rahat ettirdi. Ama benim için en büyük lüks resimden başka birşey düşünmeden resim yapabilmek, gerisi hikaye”.
“UMUTSUZ OLMAK İSTEMEM AMA...”
Çekimler için otelin en tepesine çıkıp da İstanbul manzarasıyla karşılaştığımızda şu anki Türkiye’nin ruh haline ilişkin yorumunu soruyorum Ceylan’a. Yani ülkenin “büyük resmine” dair tablolarındaki gibi hiper-realist bir bakış fırlatmasını:
“Son 30 yıldır gördüğüm şey, ortamın hep elektrikli oluşu.
Bir sonraki gün bir önceki günü her zaman unutturdu.
Bir konuda uzun süreli bir istikrar görmek neredeyse ütopya oldu. Hatırlar mısın, Taksim Meydanı’ndaki merdivenlerde mavi çakıltaşlarından bir heykel vardı, ne oldu ona?
Kamusal alanda son elli yıldır yerinde duran kaç sanat yapıtımız var?
Ya da bir karikatüre dönüşmeden adından bahsettiren sanatçı olma ihtimali var mı?
Sanat için ortamın güllük gülistanlık olmadığı kesin. Umutsuz bir tablo çizmek istemiyorum, ama ne var ki ekonominin iyiye gitmesi tek başına kriter değil.
Burası böyle işte; ne doğu ne batı. Üzülmek istemiyorsan, ortamın niteliklerine bakmadan keyfini çıkartmaktan başka yol yok.
Tıpkı Flash TV’nin alacakaranlık kuşağını andıran, tuhaf bir hezeyan içeren eğlence programları gibi!”
HOMO-EROTİZM AZALDI, ÇÜNKÜ...
* Erkek erkeğe yaşanan cinselliğin konu edildiği resimleriniz son dönemde azaldı. Planlı bir şey mi yoksa hayatın gidişatı mı? İlk dönem resimlerim aşkın cinsiyetinin olamayacağına dair bir vurguydu, yani aşk böyle de yaşanır demiştim. Yaşam beni daha sonra insan bedeni üzerinden, yani tenden, tin’e götürdü.
Daha sonra bu aşkı erkek bedeninde olduğu gibi kadın bedenine, portreye, peyzaja ve iç mekana taşıdım. Hayatımdaki değişim resmime yansımasaydı dürüst bir sanat çıkmazdı ortaya.
BU KONUYU KONUŞAMAM, ÇÜNKÜ...
* Osmanlı dönemine ilginiz nasıl başladı?
Oryantalist resme olan ilgim sanat eğitimimden itibaren var.
1995 yılında yine oryantalist resme karşı duran Genç Osman isimli sergimi gerçekleştirmiştim.
* Şehvetli bir soru: O dönemin cinselliğini nasıl yorumlarsınız?
Yüzyıl önceki cinsellikle ilgili sınırlar ise bizim bildiğimiz anlamda kesin sınırlarla çizilmemişti. O dönemin cinselliğini öğrenmek için, Murat Bardakçı’nın Osmanlı’da Seks’ini okumalı.
* Ben sizin yorumunuz sormuştum ama...
Şu an konuştuğumuz mecra bu konudaki bilgilerimi paylaşmak için uygun değil. Ama tekrar altını çizeyim, bilgi sabit ve kaynağı belli.
HANDE YENER DE DİNLERİM, ÇÜNKÜ...
* Popüler kültüre mesafeli misiniz? Mesela bir Demet Akalın şarkısı çaldığında eşlik eder misiniz ya da Ajda Pekkan konserine gider misiniz?
Yüksek sanat ile popüler sanat arasındaki en önemli fark şu:
Birinin daha varoluşsal ve derin, diğerinin ise daha gündelik ve sığ gereksinimlere cevap vermesi. Tabii ki ara ara dinlenmek için sığ sularda yüzmeli! Çünkü derin sularda boğulmamak için güçlü kulaç atmanız gerekiyor. Ama süper sığ alanlardan da bahsetmiyorum. Popüler sanatın hakkını veren, o derinliğe geçiş yapmadan deşarj ve şarj eden entertainer’lar var. Bu yüzden Hande Yener’in, Demet Akalın’ın da yeri var hayatımda. İlya'nın da, Mozart'ın da… Ayrıca bu alanda sığ olmadan çok iyi işler çıkaran gençleri de anmalıyım: Ceylan Ertem, Cem Adrian ve Ramadan gibi..
Paylaş