Paylaş
Çünkü film iki tip ilişki/aşk modeli sunuyor önümüze.
İlki, reklamlardaki kast ajansı çiftlerin pembe tablosu gibi, gayet ideal: Çok tatlı, pek romantik, süper uyumlu, aynı zamanda seksi bir ilişki/aşk...
İkincisi ise aklımızın almadığı türden: Sarsak, hımbıl, tuhaf, çaresiz ve herkesin “Nasıl yani? Sen ve o hiç yakışmıyorsunuz?” diye çaktırmadan cümle alemin “yakışıksız” bulduğu bir ilişki...
Filmi izlerken farketmemek elde değil.
Hepimiz ilk modele aşığız, o kıvamda bir şey istiyoruz.
İkincisine dair ya veriler az ya da aslında öylesi çok da yaşanası/hayal kurulası ve de seksi gelmiyor.
Tek bir nedenle açıklanabilir mi
Sinemayla devam edelim...
Yılmaz Erdoğan, Film Arası Dergisi’ne hayli tartışma yaratacak şeyler söylemiş. Hemen bir kuple aktarayım:
“İran sinemasının kimlik oluşturduğu ve bizim bunu başaramadığımız doğru.
Ama bizde olan bazı gelişmeler sebebiyle maalesef böyle oldu.
Onlar bir tarihte toplanıp sözlüklerinin tamamını değiştirmediler. Kelimelerinin hepsini değiştirip herkesin kendini yabancı hissettiği bir alanda yeniden kendilerini tanımlamadılar.
Dolayısıyla o geleneksel bağ kopmadı.”
Peki İran Sineması’nın dili/kimliği meselesi sadece geleneksel bağdan kopmamalarıyla açıklanabilir mi?
Elbette hayır.
En basitinden açın Dünya Sinema Tarihi’ni (Kabalcı Yayınevi, 2003).
Orada İran Sineması’nın geçirdiği tüm evreler 30’lardan günümüze kadar geniş bir özetle aktarılıyor.
Mesela ilginç olan bir nokta: İran Sineması 70’li yıllarda tıpkı Türk Sineması’na paralel bir çizgideymiş.
Bir yanda melodramlar, bir yanda sosyal gerçekçi ve bu yüzden çoğunlukla sansürlenen yeni dalga filmleri, bir başka kıyıda ise erotik filmler!
1979’daki İslam devriminden sonra başka türlü sancılar yaşanmış.
Filmin gösterim iznini almak için filmin senaryosu, oyuncuları ve hatta tüm çalışanlarının “onay”dan geçtiği bir dönem mesela.
Söylemeye çalıştığım şey şu:
Bir ülkenin sinema dili/kimliği üzerine konuşurken eldeki bütün verileri bilmek gerekiyor.
Sadece tek bir nedeni söylerseniz, o zaman görüşünüz “eksik” kalabiliyor.
Magazin atlası
* Herhalde bugünlerde magazin dünyasındaki en korkunç şey, bir dönemin “Şahin Tepesi” yakışıklısı Lorenzo Lamas’ın gergin yüzüyle yaptığı İstanbul ziyareti.
Bu ziyaret esnasında verdiği ziyafet.
Ve bu ziyafete Gönül Yazar ve Tuğba Özay’ın da eşlik etmesi...
Fellini filmi gibi her şey.
* Üniversite öğrencileri için bahar demek şenlik demek malumunuz. Bütün üniversitelerde bahar şenliği delirmesi başlamış durumda. Artık öyle profesyonel konserler düzenleniyor ki bu “bahar şenlikleri” kapsamında, “vay be!” olmamak elde değil.
En son Hande Yener konserinde bir üniversite öğrencisi ünlü şarkıcının ayaklarına filan kapanmış.
Bu noktadan hareketle şöyle bir minik tesbite girişmek mümkün müdür:
Üniversite öğrencisi popüler olana eskiden burun kıvırır, biraz daha mesafeli dururdu. Şimdi ise zincirlerini kırmış, popüler olanla içli dışlı olmanın verdiği hazla kendinden geçebiliyor rahatlıkla...
* Murat Dalkılıç, “Eskiden gece kulüplerinde şarkı söylüyordum. Tek gecelik kaçamaklarımız oluyordu. Bir gece için 3 bin dolar teklifini peçeteye yazıp gönderen biri olmuştu” şeklinde bir demeç topacı sunmuş medyamıza.
Bu topacın üzerinde sörf yapmamak olmaz tabii.
Mesela en basitinden:
- 3 bin dolarlık teklifi yapan müşteri ne kadar sarhoştu?
- Dalkılıç bu müşteriyi ilk kez o gece mi gördü?
- Peçete direkt müşteri tarafından mı iletildi yoksa garsonlar tarafından mı? Eğer garson tarafından iletildiyse, peçetedeki cümlelerin değiştirilme olasılığı yüzde kaç?
- Ve acaba bu teklifi yapan kişi kadın mı yoksa erkek miydi?
Paylaş