Paylaş
Fem Güçlütürk’ü halkla ilişkiler ve marka yönetimi yaptığı İstanbul yıllarında tanıdım. Daha geriye, mesela 90’lara gidenler, ünlü gece kulübü Pasha döneminin simge isimlerinden biri olarak -ben yetişemedim ama- mutlaka onu hatırlayacaktır. Çünkü Vogue Dergisi’nin havalı tanımlamasıyla, kulübün halkla ilişkiler müdürü olarak çalıştığı yıllarda adı konmamış ‘it-girl’lerden biriymiş Fem. Bir süredir ise bu şehir bazlı sükseli etiketlerden bağımsız, Muğla’nın Ula taraflarındaki şahane evinde, ciddi anlamda doğayla baş başa, bitkileriyle beraber yaşıyor Fem.
Aklıma düşüp onunla röportaj yapmak istememin iki nedeni var:
1. Şu an şehirdeki evlerimize tıkılıp kalmışken, kentten yıllar önce firar edip kırsalda izole bir hayata çoktan geçmiş olanlara acayip özeniyor olmam. Fem, kentten kırsala gidenler arasında en üretkenlerden biri.
Önünde uçsuz bucaksız doğa var! Biz burada apartman dairelerinde Houseparty kardeşliğindeyiz...
2. Fem’in 2014’te kurduğu Labofem bitki atölyesi sebebiyle onunla bitkilerle ilgili konuşmanın şahane bilgi alışverişi olacağını düşünmem... Gel gör ki Fem öyle çat çat tespitlerde bulundu ki, röportaj uzadı gitti. Her şey buraya sığmadı.
O yüzden botanik kısmını benim bitki bazlı yeni dijital uğraşım Yuzu’ya aldım. Şimdi buyurun Fem’in izolasyon konusunda söylediklerine...
BÖYLE BİR HAYALİM HİÇ YOKTU
◊ Fem, Muğla Çitlik’teki evinde kent yaşamından, hatta güneydeki yazlıkçı yaşamından dahi izole yaşıyorsun. Bizler izole yaşama yeni alışıyoruz. O da mecburen! Neden bu yaşam tarzını seçtin?
- Kırsalda yaşamak, izole olmak, hani o hep “Emekli olunca bir sahil kasabasına yerleşmek” hayali gayet şehirli hayatımda hiç yoktu.
Ancak İstanbul’un henüz Boğaz köprüleri yokken iki yaka arasında arabalı feribotla gidilip gelindiği, Çamlıca Tepesi’nin papatyalarla kaplı olduğu, Moda Plajı’nda yüzülebilen yıllardan gelen biri olarak büyük şehirlerle değil, ama özellikle İstanbul’la ilgili alışverişimin bittiği hissine kapılalı epey olmuştu.
Eskiye göre şehirde olmanın kolaylıkları; kargolar, yemek sepetleri, hoş mekanlar, konserler vesaire artmıştı. Ama onlara ulaşmak için çekilen dert, şimdilerde neyse ki mecburi olan sosyal mesafenin rahatsız edici şekilde daralmış olması, üstelik bu alanı paylaştığımız insan kalitesinin değişimi beni içime kapamıştı zaten uzun süredir. Yani şehir bana bir şey katmak yerine benden hırçınca, kan, can, keyif çalmaya başlamıştı.
◊ Peki ya sonra?
- Sonra şu oldu: Birçok kişinin sert şekilde yüzleştiği, bir virüsten bile aciz kısacık yaşamlarımızda kaçtıklarım değil, kaçırdıklarım ilgimi çekmeye başladı! Zaten bitkisel hayat tarzını (erken yatıp erken kalkmak) uzun süredir benimsemiştim.
Bir tatil için daha önce görmediğim Akyaka’ya gelip kite yapılmadığı takdirde çok da enteresan bulmayarak dönecekken, görünenin dışındaki Ula’ya yakın köylerde, o yazlıkçı ya da Alaçatı gibi İzmirlinin, İstanbullunun şortlusu olmayan yerlerini gördüm!
Doğası, havası, köylüsünün neşesiyle olur mu olur dedim. Hem lojistiği hem de flora/faunası bana iyi geldi. Yani insan kalabalığı yerine domuzu, çakalı, yılanı tercih ettim.
◊ Oradan bakınca şehirdekiler nasıl görünüyor?
- Buradan bakınca şehirde yaşayan ve çalışanların, nasıl da birbirlerinin ürettiğini tüketmek için delice hayatlarını harcadıklarını izlemeye başladım. Tabii herkes kırsala koşsun, kırlarda coşsun diye bir önerme saçma olur.
◊ Şehirdekilere bir tavsiyen var mı?
- Önereceğim şu olur: Her neredeyseniz, dış etkenlerin katkısıyla var olmak yerine kendiniz için var olun. Sevdiğiniz bir iş yapın, bir hobiniz olsun. Çünkü ister kırsalda ister şehirde “Sıkılmıyor musun?” diye soranlara ben hep “Aptallar sıkılır” diyorum! Hobisi çok az olan bir milletiz.
Buna da maddi durum bahane ediliyor, ki katılmıyorum. Niyet, yapmaya cesaret edemediklerimiz yüzünden bir sorumlu bulmak. Bu zamanda olmayana değil, olana odaklanmanın vakti.
Hem maddi hem manevi açıdan. Şehirde gidecek yerler kapandı diye, evde uzun zaman aynı kişiyle sıkışılıp kalındı diye karalar bağlayanlar burada cinnet getirir. Gelmesinler!
İLLA ŞALVARLI, KEÇİLİ OLMANA GEREK YOK
◊ Orada bir günün nasıl geçiyor?
- Emin ol şehirden daha yoğun geçiyor. Zira, insan içindeyken alıştığı konforları burada bulamayınca iş başa düşüyor. Çöpü atmak, ekmek almak bir mesafe, olmadı yapmak bile bir beceri. Sonra bahçeye bakmak, kargo almak için 40 kilometre yol gitmek... Hâlâ yapmak istediğim ve vakit bulamadığım onca şey var.
◊ Orada yaşamak sana neler öğretti?
- Şehirdeki son yıllarımda bitkilerle olan iletişimimi geliştirmeyi seçtim. Yaşam-doğum döngüsünü bitkiler üzerinden tekrar okumayı öğrendim.
Türlü türlü huyları olan bitkiler gibi insanların da her türlüsünü sevmeyi, değilse bile anlamayı öğrendim. Doğada iyi-kötü yok. İnsanda da yok.
Uğruna ömür geçirdiğimiz tüketim ürünlerinin çoğunun yalanlığını öğrendim. Bir pantolonla bir ömür geçebiliyormuş! Kırsalda olmanın illa şalvarlı/tavuklu/keçili olması gerekmediğini, belli bir ara noktada yeterince şehirli, ama bölgeyi de domine edip ekosistemini bozmayacak şekilde var olunabileceğini öğrendim.
Sosyal hayatımızda takındığımız veya dayatılan rollerin, verdiğimiz kartvizitlerin aslında yaşamlarımızı ipotek altına aldığını öğrendim.
Olayların “sarı kız buzağı doğurunca” yerine, “X marka indirimi” takibine dönüştüğünde doğamızdan, gerçeklikten kopardığını anladım.
Oradaki Fem ile buradaki Fem arasında pek fark yok belki, zira ben kendimi hep sevdim. Ne istemediğimi hep çabuk fark edip, onunla fazla anılmaya başlayıp esiri olacağımı anladığımda uzaklaşıp gerçekten istediğim neyse ona yöneldim.
Hepimiz gibi ben de her an değişiyorum ve bilgeleşmek yerine her geçen gün daha az şey bildiğimi fark ediyorum. Belki bilgelik de böyle bir şeydir zaten! Kim bilir?
Paylaş