Çok çabuk canı sıkılan biri olarak, tüm sıkılanlara bir kitap önerisi: "Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine". Psikiyatrist Adam Phillips’in yazdığı kitap yeni değil aslında.
Ayrıntı Yayınları’ndan 1996’da basılmış ilk kez. Yani piyasada var mıdır, hala satılmakta mıdır bilmiyorum, keza şu anda araştıracak halim de yok. Dedim ya, sıkılıyorum. Hem de çok çabuk.
Ama buna bir çare aradığım da yok. Siz de aramayın.
Çünkü sıkılmak iyi, sıkılmamak ise aksine fena bir şeymiş.
Sıkılmayan insandan korkmalıymışız yani.
Nedeni de şu: Sıkıntı, kişinin kendine zaman tanıma sürecinin bir parçasıymış.
Bu süreç sonrası insan daha yaratıcı olabilirmiş.
Ayrıca, sıkıntı sürecinde insan hep bir şey beklermiş. Bir şey olmasını...
Tabii o "şey"in ne olduğunu bilmeden. Bu yüzden sıkılırmış ya canı.
Kitabın "sıkılmak" bölümünde kısaca böyle diyor Phillips.
Şu sıralar topluca sıkılıyoruz. Olan bitene. Önümüzdeki günlerde olup biteceklere.
Ama Phillips tezinde haklıysa eğer, bu büyük sıkıntı sonrası düzlüğe çıkılması yakındır.
Bu nedenle sıkıntıyı engellemeyin derim, hele şu günlerde...
Filmekimi’nden bir film
Michelle Pfeiffer’ızaten sevmezdim. Sinemalarda dönen şu son filmini kazara görünce (arkadaş baskısı), bir kez daha sevmedim. Çünkü film berbattı.
Konusu da esprileri de... Nitekim konusu da şuydu: 40 yaşında bir kadın 29 yaşındaki bir adamla ilişki yaşarsa ne olur?
Bu yaş farkı yüzünden kadın komplekse girmeli midir?
Genç adam eninde sonunda başka diri vücutları tercih edecek midir? Bunun gibi sorularla ilerleyen bir film. Senaryosu dökülüyordu. Eminim yıllardır bu meseleleri yazıp çizen bir Cosmo editörü bile daha iyisini yapardı. Filmin sonuna doğru uyuyup kalmışım, en iyisini yaptığımı düşünüyorum.
Ama uyunmadan izlenecek filmler de var. Filmekimi bugün ve yarın da devam ediyor.
Mutlaka oradaki filmlerden birine gidilmeli. Mesela yarın gece oynayacak "Across The Universe".
Julie Taymor’ın filminde yok yok: Beatles’ın 33 şarkısından yola çıkarak hazırlanmış müzikal bir aşk öyküsü, 1960’lar ruhu, savaş karşıtı gençler, düzen sorgulaması ve tabii bolca rock.
Emek Sineması’nda yarın 21.30’da "Across The Universe".
Tuğçe Baran’ın Dağlıca yazısı
Vatan yazarı Tuğçe Baran’ın pazartesi günkü yazısı, onca hamasi haber ve yorum içinde okuduğum tek gerçek yazıydı. Çünkü Baran, 12 askerin öldüğü Dağlıca’ya gitmek istemiş iki yıl önce.
Ama köye beş dakika kala durdurulmuş Baran’ın arabası ve "gidemezsiniz" demişler.
Gerisi onun kaleminden, okuyamayanlar için bir bölümünü aktarayım:
"Anadolu’yu dolaşıyorduk. Sonbahar başlarken, tam da ceviz mevsiminde.
Her yer bizimdi. Çukurca, Yüksekova, Şırnak, Cizre, Küçük Nemrut...
Her yere gidebilmiştik. Gidilebiliyordu zira. Korkumuz yoktu. Korkulacak bir şey yoktu zira..
Bitmiş gibiydi.. En azından bitmesine az kalmış gibiydi.
Her yere gitmiştik, bir tek Dağlıca’ya gidememiştik (...)
Dağlıca’da 12 şehit haberini alınca aklıma geldi bütün bunlar.
Dağlıca, Çukurca, Çatak.. Hepsi sizler için haritada noktalar diyeceğim ama galiba o bile değil. Kimse artık haritaya bakmıyor.
Memleketin en güzel yerlerini sadece kan, mermiyle ve acıyla anıyoruz.
Ne acayip... Ne tuhaf...
Ankara’nın doğusuna hiç gitmemiş milyonlarca insanımız var. Buna atıp tutan yüzlerce gazeteci, köşeci de dahil. En fazla ordunun himayesinde helikopterlerle gitmişlerdir. Atlayalım bir otobüse, dolaşalım bakalım oralarda demiş ve diyecek olan yok.
Tanımadığımız memleketimizin tanımadığımız bölgelerinde, tanımadığımız şehirlerin tanımadığımız köylerinde tanıdıklarımız ölüyor. Bu işte hakikaten bir yanlışlık yok mu?".