Isabella Blow’u canlı canlı ilk (ve de son kez) geçen yıl yapılan Vakko-Zac Posen partisinde görmüştüm.
Kıpkırmızı rujunu ve yanına yaklaştığım zaman "acaba bir yerime saplanır mı?" diye endişelenmeme yol açan boynuzumsu, devasa şapkasını hálá anımsıyorum.
Zaten unutmak da mümkün değildi.
Keza, o gece kendisiyle ettiğim iki kelamı da...
İlk bakışta bir Aysel Gürel havasında, ama ondan çok daha gözkamaştırıcı, aristokrat ve samimiydi.
Hani vardır ya şu klişe: "Başka bir planetten ışınlanmış" gibiydi işte...
"Kimdir yahu Isabella Blow?" diyenlere kısa bir özet geçme zamanı: Kendisi taktığı şapkalarla meşhur bir stil ikonu, ünlü İngiliz dergisi Tatler’ın moda editörü, Alexander McQueen, Hüseyin Çağlayan gibi modacıları keşfeden ve moda dünyasına kazandıran bir yetenek avcısı...
Daha doğrusu öyleydi, çünkü Blow geçen mayıs ayında 48 yaşındayken intihar etti.
İlk başta tüm gazetelere kanserden öldüğü açıklansa da...
AMAÇ, TABLOYU TAMAMLAMAK
Benim için ilgi çekici olan Blow’un stil ikonluğundan ziyade yaşam tarzı ve hayat hikayesi... Çünkü tam filmlik bir şahsiyet Isabella.
Onunla ilgili her anekdotu okuyorum bu yüzden.
En son Galerist’in yayınladığı nefis sanat gazetesinde, yakın dostu Haluk Akakçe anlatmışIsabella’yı.
Haluk’un röportajında enteresan bir bölüm var Isabella’yla ilgili, aynen aktarmaca yapıyorum:
"Isabella yaşadığı süre içerisinde para nedir bilmedi. Hiçbir zaman para mevhumu olmadı. Onun hayatı güzel bir resim çizmekten ibaretti.
Bir örnek vereyim, bundan iki yıl önce tanık olduğum bir şey.
Bir yaz günüydü ve sahilde bir pikniğe davet edilmişti. McQueen tasarımı çok güzel kaşmir bir beyaz eteği vardı. Onu giymeye karar verdi.
Ama eteği dolaptan çıkarınca çok buruşuk olduğunu fark etti. Eteği ütületmek istedi ama o saatte kimseyi bulamadı. Başka bir şey giymesini söyledim.
Bana çok şaşırarak baktı ve şöyle dedi: Hiç anlamıyorsun, plajın kumları beyaz ve yere serilen örtüler kırmızı olacak. Arkada ise masmavi gökyüzü.
Hiçbir şey bu tabloyu beyaz bir etekten daha iyi tamamlayamaz.
Sonra telefona sarıldı ve McQueen mağazalarından kredi kartıyla 2 bin pound ödeyerek aynı eteği satın aldı.
Oysa o günlerde borç içindeydi. Ama bunun bir önemi yoktu. O eteği giymek zorundaydı, giydi de.
Sırf güzel bir tablo yaratmak için. Isabella hayatı boyunca ödün vermedi".
Şimdi bu çok manasız ya da anormal gelebilir birçok kişiye.
Ama Haluk’un Blow’a dair söylediği bir şey daha var, işte orada kafanız karışacak: "Issy bana egzantrik gelmiyordu, bence çok normaldi. Keşke ben de dahil herkes onun kadar normal olabilse... Ben bunun adına özgürlük derim".
Bilmiyorum, o mu normaldi yoksa biz mi anormal? Tek bildiğim, böyle orijinal kadınlar ve hikayeleri ilgimi çekiyor.
Peki bu normal mi?
Bu yazıya fon müziği
Bugünkü yazı chill out müzikleri tadında oldu. Hani biraz sakin, şezlongda güneşlenme tadında filan...
İşte bu ruh haline uygun bir albüm çıktı: The Ambiance Of Nişantaşı.
Albümün içindeki şarkılar ne kadar Nişantaşı ambiyansını yansıtıyor tartışılır, ama önemli olan bu değil. İçindekiler...
Ki hiç de fena değiller. Mesela Nip/Tuck, Grey’s Anatomy ve Sex&The City gibi dizilerin jenerik müzikleri var.
Ayrıca Levi’s reklamındaki o şarkı, yani "Strange Love" ve Edith Piaf’ın "La Vien Rose"unun yeni versiyonu...
Sophie Milman söylüyor.
Edininiz yani bu ambiyans albümü, kulağın pasını siliyor.