Nadiren aksini söylediğin de oluyor. Sonra bir bakıyorsun karşılaştırma yapma halinin sonu yok. "Orası öyle burası da böyle, kabul et ve bari zevk al" demeye başlıyorsun.
Yine de için içini kemiriyor. Mesela en fenası, bizde hiçbir konuda istikrar olmaması.
Sıklıkla uğradığınız, müdavimi olduğunuz kafe ya da restoran, bir bakmışsınız kapanmış başka bir şey olmuştur ya da tarzını değiştirmiştir.
"Bu restoran 90’ların başından beri var, ne güzel hiç değişmemiş" deyince Paris’i beraber turladığım arkadaşım, haliyle bu "istikrar" meselesini konuştuk vır vır. Vır vır diyorum, çünkü şikayet etmekten nefret ederim.
Ama bugün dayanamayıp (dereden tepeden) şikayet edeceğim, buyrun...
Niye bizde şehrin orijinal dokusu korunmaz, aksine özenle içine edilmeye çalışılır?
Her yere birbirinin benzeri alışveriş merkezi kondurarak varılmak istenen nokta nedir?
Neden bu şehrin insanları koca koca cipler alır? Berbat yollarda o ciplerle gezinmenin manası nedir?
Bu şehirde neden meydan yoktur doğru dürüst? Taksim’i saymayınız meydandan, orası sadece bir garip geniş alan. Meydanımsı. Kullanışlı değil. Kızılay da öyle....
Doğumgünü hediyesi mücevherler
Bilmem kaç bin dolarlık (150 binnn) mücevheri çalınan manken Nigar Talibova mahkemede, "Bu mücevherleri arkadaşlarım doğumgünlerimde hediye etti" demiş.
Çünkü meraklı hakim dayanamayıp sormuş, "Bu kadar malı nereden buldun?" diye.
Herhalde Talibova "Size ne?" demeyi düşünemedi o an.
Gerçi insana bir hakim merakı da gelmiyor değil, itiraf edin! Şöyle ki: Talibova herhalde yıldaen az beş-on defa doğumgünü kutluyordu.
Yoksa 30’larındaki biri her yıl doğumgünü yapsa bu kadar mücevheri toplayabilir mi?
Dikiz kafesi, solcu Palette ve Saydam bir davet
l Paris’e gidip de en artistik giyimli insanları dikizlemek istiyorsanız, Le Marais’ye gidip Rue Vielle du Temple’ı bulun. Ve bu sokaktaki L’Etoile Manquante adlı kafeye konuşlanın.
Çünkü herkes bu kafenin olduğu sokaktan geçiyor bir şekilde.
l Bir başka kafe daha, St. Germain civarındaki La Palette. Türk sanatçıları ve Fransa’ya iltica eden solcuların uğrak noktası... Bir tür, Türk kahvehanesi yani. Gidilmese de olur!
l Paris’te bir Türk firmasının düzenlediği davete de katıldım. Kumaş markası Saydam’ın 2009 yaz koleksiyonunu tanıttığı davet, Alcazar kulübünde yapıldı. Açıkçası Alcazar bizim şık kulüplerle karşılaştırıldığında (evet yine bir karşılaştırma), pek gözalıcı değil. Zaten Paris’in çok tutulan mekanları genelde şıklıklarıyla değil; yemekleri ve oraya takılan insanlarıyla filan meşhur oluyor.
Alcazar’a gelenler de şehrin genç işadamı/kadınlarıymış.
Gelelim davete... Saydam’ın ikinci kuşak yöneticileri Seda ve Serdar Saydam’ın evsahipliği yaptığı davette en çok ilgiyi marka kurucusu Selahattin Saydam gördü.
Kendisine, Türkiye’de kumaşın tarihini yazan kişi diyorlar. Bir nevi kumaşın Vitali Hakko’su yani.
Çok sayıda İtalyan ve Japon’un katıldığı davette Roberto Cavalli’nin yeğenleri de vardı.
Yeğen Cavalli’nin şu söyledikleriyle gururlanmamak elde değildi:
"Saydam İtalya’daki kumaş markalarından daha iyi".
90’lar Türk popu nostaljisi-2
Çarşamba’dan devam. Bir demet 90’lar daha..
n "Abone"yle yumuşak giriş yapıp "Kendine gel, bandıra bandıra" filan diyerek tatlı-sert-erotikleşen Yonca Evcimik.
n Papyonlu Levent Yüksel (ikibinlerde papyonu attı, nefes aldı).
n Tüm Sezen kabilesinin arz-ı endam ettiği ilk klibi "Sakin Ol"la meşhur olan Sertab Erener.
n Emel’in "Faka Bastın"ı, sonra "Hovarda"sı (bu şarkının klibinde Seray Sever vardır, ayrıca MTV’lerde dönen ilk şarkıdır)
n Berbat şarkılar da var tabii. "Hadi hadi şeker, canım seni çeker"le mesela Bora Gencer. Hemen ardından Doğuş. "Sevda yüklü trenler, boş raylarda ilerler" şarkısıyla.
n Kenan Doğulu’nun tombik ve uzun saçlı olduğu yıllar o yıllar, Serdar Ortaç’ın ise şöyle şarkılar söylediği: "Deliriyorum canım deliriyorum, acı domates gibi kızarıyorum". Yine aşama kaydetmiş canım...
n Candan Erçetin’in İstiklal Caddesi’nde arkasında koca bir güruhla yürüdüğü klip ise bence o dönemin en güzel klibi.
n Son olarak, Sibel Alaş ve "Adam" diyorum. Daha çok var, devam ederiz...