Paylaş
Çünkü en merak ettiğim yerlerden biriydi kule.
En sonunda DHMı’nin (Devlet Hava Meydanları ışletmesi) aracıyla buraya bırakıldım. Asansörle yukarıya çıktım. Ve orada, kulede işlerin nasıl döndüğünü uzun uzun anlattılar...
Kısaca özetlemek gerekirse: Pilotlar kalkıştan 10 dakika önce kuleyi arayıp yol müsaadesi istiyor.
Ardından taksi yolu merkez çizgisine (beyaz bir çizgi) uçak itiliyor. Taksiden kasıt şu; uçağın pistte yol alması, hareket etmesi...
Neyse, burada motorlara bakılıyor. Çalışıp çalışmadığı kontrol ediliyor.
Her şey tamamsa, pilota hangi taksi yoluyla kalkış pistine ilerleyeceği söyleniyor.
Tüm bunlar bana anlatılırken hemen önümde uçaklar arka arkaya kalkış pistine dizilmeye başlamıştı bile.
Buraya dikkat! Hani hep bize pilot anons eder ya, “Kalkışta üçüncü sıradayız” filan diye. Ve haliyle uçağın içinde beklerken sıkılırız, pöfleriz.
Meğer bir uçak havalandıktan sonra sırada bekleyen diğeri iki dakika beklemek zorundaymış.
Eğer havalanan büyük bir uçaksa bu süre üç dakikaya çıkıyormuş.
Çünkü havalanan uçağın yarattığı hava akımı, yani türbülans, diğerinin düşmesine neden olabilecek güçte. Dakikaların mantığı bu yani.
“ADRENALİN BAĞIMLISI OLDUK!”
Gelelim kule çalışanlarının ruh haline... Özellikle yoğun zamanlarda (mesela yazın) günde 900 uçağı indirip kaldırmak hiç kolay bir iş değil!
İşlerinin stresli olduğunu, konsantrasyon gerektirdiğini kabul ediyorlar.
Ama bunu abartmıyorlar.
Günde 12 saat çalışıyorlar. Ertesi gün mutlaka izinleri var. Bir sonraki gün yeniden işbaşı...
Bir kule çalışanı diyor ki: “Bizimkisi adrenalini yüksek bir iş. Öyle ki, kule dışında da insanda alışkanlık yaratıyor! Benim nasıl araba kullandığımı bir görseniz! Bu işi şöyle tarif edebilirim: Hani araba kullanırken hapşırabilirsiniz, bu sürüşünüzü engellemez. Ama kulede bunu bile yapamazsınız. Dikkatiniz anında dağılabilir çünkü”.
“Peki” diyorum, “siz de insansınız sonuçta, moralinizin bozuk olduğu bir gün muhakkak oluyordur. O zaman ne yapıyorsunuz?”
Böyle bir durumda kendini iyi hissetmeyen kişi, o gün daha arka planda bir görevde çalışıyormuş.
Bu arada ilginçtir; kulede çalışan 43 personel arasında başka bir mesleği olanlar çoğunlukta. Kimisi mimar, kimisi avukat, kimisi iktisatçı...
Elbette bu işin eğitimini de almışlar sonradan.
KAÇIRILMA OLAYI YAŞAMAMIŞLAR
O gün konuştuğum personelden hiçbiri ciddi bir uçak kazası ya da uçak kaçırılması gibi bir olaya denk gelmediğini/yaşamadığını söyledi.
Bu tür olayları pek akıllarına getirmiyorlarmış.
Düşünsenize, ben olsam sürekli bu ihtimalleri düşünür, “Ya bugün bir şey olursa?” diye paranoyalarla yaşardım.
Anladım ben, bu kule işi hayatta bana göre değil!
SİGARA NOTU: Peki sigara tiryakisi olan kule çalışanı ne yapıyor?
33 metrelik yüksekliği asansörle indikten sonra dışarıya çıkıp sigara mı içiyor? Tabii ki hayır. Böyle bir şeye vakit yok. Sigara molasına çıkacaksa, hemen dışarıda kuleyi çevreleyen demir bir teras var!
Bir ara o terasa çıkıyorum.
Bu demir şeyin altı delikli ve pist hemen altımda kabak gibi görünüyor! Yükseklikten korkmam sanırdım, ama tırsa tırsa yürüyorum demir terasın üstünde.
“Buradan manzara şahaneymiş” diyorum. “şükret lodos yok, eğer olsaydı uçardın!” deniliyor gülerek...
Sahte pasaportla kaçtı sonra da mektup attı!
Havalimanında kaldığım süre boyunca hem THY’nin pasaport şeflerinden hem de Emniyet’in pasaport inceleme amirlerinden ilginç “sahte pasaport” hikayeleri dinledim.
Şimdi onları size aktarma zamanı...
En popüler “sahte pasaportla kaçma” yöntemlerinden biri şuymuş.
Kaçacak olan kişi aynı anda hem Kıbrıs’a hem de Kopenhag’a bilet alıyor.
Orijinal pasaportu ve Kıbrıs biletiyle kontrolden geçiyor.
Geçer geçmez sahte pasaportunu (ve tabii sahte vizesini), önceden alınmış Kopenhag biletini çıkarıyor. Ama bu kez de uçağa binmeden önce yapılan son kontrolde pasaportunun sahte olduğu anlaşılıyor ve kaçma eylemi başarısızlıkla sonuçlanıyor.
THY’nin pasaport ve vize şeflerinden biri anlatıyor: “Eğer yolcu sahte pasaportuyla gittiği ülkede yakalanırsa, havayolu şirketi sorumlu oluyor.
Ve biz 10 bin Euro’ya kadar para cezası ödeyebiliyoruz.
Bazı ülkeler, özellikle de ısveç ve Danimarka, pasaportun sahte olup olmadığını anlamıyor. O yüzden en çok oralara kaçılıyor. Açıkçası, şirkete külfeti olmasa ben de kaçmak isteyene git derim.
Sonuçta hepimiz ülkedeki yaşam şartlarını biliyoruz.”
Mustafa Kızgın, 20 yıldır Emniyet’te pasaport inceleme müdürü olarak çalışıyor. Her ülkenin her tip pasaportunun özelliklerine hakim.
Onunla konuştuğum gün 10 tane Koreli’yi sahte pasaportla Türkiye’ye girmek isterken yakalamıştı. Ama Kızgın’ın elinden kaçırdıkları da olmuş.
Defalarca yakaladığı Maraşlı Fatma’yı unutmuyor mesela.
Üç-dört kez sahte pasaportla yurtdışına gitmek isterken Kızgın’a yakalanan Maraşlı Fatma, yıllar sonra ıngiltere’den ona mektup yollamış!
Özetle şöyle demiş mektubunda:
“Kaçtım, ama merak etmeyin. Atatürk Havalimanı’ndan değil, ızmir Adnan Menderes’ten! Yani sizi atlatmadım. En kısa zamanda orijinal ıngiliz pasaportumla oraya gelip sizi ziyaret edeceğim. Sevgiler.”
Ortaya karışık notlar...
Burada kaldıkça şu da rutinleşmeye başlıyor: Belli saatlerde hep aynı tip yolcular görmeye başlıyorsun... Sabah saati daha çok Avrupalılar ve Türkler, akşam saati ise daha çok Orta Asya ve Uzakdoğulular.
Özellikle Türkmen kadınları etnik giyim tarzları dolayısıyla hemen kendilerini belli ediyorlar. ıstisnasız hepsi terlikle dolaşıyor ve çorapları da rengarenk!
En sevdiğim lounge’lar Yapı Kredi ve Garanti’nin lounge’ları oldu. THY’nin CIP’sinde ise daha önce fark etmediğim bir şeyi fark ettim.
Neredeyse bütün içkiler yerli! şarabından birasına ve hatta votkasına kadar. Böyle bir yerde bolca yabancı içki de olmalı. Hele hele şampanya kesinlikle. ıkram da zenginleştirmeli. Naçizane tavsiye...
Habire ortalıkta kırmızı kepli ve kırmızı ceketli kadınların dolandığını görüyordum. Meğer hostes değil, prime class kadınlarıymış bunlar.
Altlarında birer golf arabası, Dış Hatlar’da durmadan cirit atıyor bu kadınlar.
Çok havalılar... Prime class, TAV’ın yolculara verdiği bir hizmet.
Yolcuyu evinden alıyor, sonra havalimanında bu kırmızılı kadınlarla karşılıyorlar.
Onlar yolcunun her türlü işlemini yapmasına yardımcı oluyor. Ardından uçuşun olduğu kapıya kadar golf arabasıyla bırakıyorlar. şımartılmak isteyenler için birebir yani...
5 günün kişisel özeti
Birinci gün: Her şey pazar gecesi başladı. Sanki yolculuğa gidecekmişim gibi hazırlanıp havalimanına doğru küçük bir bavulla beraber yola çıktım.
Varır varmaz içeride rahatça dolaşabilmem için gerekli olan izin kağıdımı verdiler. Sonrası hayli yoğundu. Arka arkaya bir sürü şey yapmaya koyuldum. Heyecanlıydım.
İkinci gün: Hiç kapı önüne çıkıp oksijen alma ihtiyacı hissetmedim. Tuhaftır, aklıma bile gelmedi! Eğer bir sigara tiryakisi olsaydım, mutlaka aklıma gelirdi herhalde!
Üçüncü gün: Artık hangi şehre kaçta uçuş olduğunu az çok ezberlemiştim. Henüz burada çalışan personel gibi “şu karşıdan gelen kesin bu memlekettendir” diyemiyordum ama en azından tahminlerim bazen çıkıyordu.
Dördüncü gün: Tamam, yolcularla/personelle konuşmak, onların hikayelerini gerçekten zevkliydi. şehirden/dışarıdaki rutinden uzak kalmak da öyle...
Ama ne yalan söylemeli, evimi/arkadaşlarımı özlemeye başlamıştım.
Bu yüzden olsa gerek, habire telefonla konuşmaya başladım. Gelecek ayın faturasını düşünemiyorum bile!
Beşinci gün: Burada kalırken fark ettiğim en önemli şey, o kadar yorulmama rağmen az uyumaya başlamam oldu. Oysa ben uykuyu severim.
Buradaki son gecemde ise hiç uyumadım, sabahladım. Ve hiçbir şey ilginç gelmemeye başladı. Evet, sıkıldım!
Kalış sürem iyi ki daha fazla değilmiş, onu anladım!
Rakamlarla AHL
Atatürk Havalimanı’nından yılda yaklaşık 6-7 milyon arasında transfer yolcu, 40-70 bin arasında ise transit yolcu gelip geçiyor.
Peki Dış Hatlar’dan 2009’da geçen yolcu sayısı ne mi? şuymuş: 18.363.739
Paylaş