Geçen yaz bir açılış için Bodrum’dayım. Otelde aynı açılışın davetlisi bir muhteşem üçlü de var: Şenol İpek, Şebnem Şefır ve o meşhur "fear factor" anne Lale Hanım.
Tabii Lale Hanım o zamanlar şimdiki gibi kat be kat ünlü değil.
Lakin, birkaç kere Lale Hanım’la aynı ortamda bulununca durumun vehameti, dahası gelecek günlerdeki şöhretlenme kapasitesi anlaşılıyordu.
Çünkü ağır dominant Lale Hanım neredeyse herkesi susturuyor, habire konuşuyordu.
Şefır kız ise süt dökmüş kediydi. Sesini pek çıkarmıyordu.
Bir baktık: Şenol İpek Bey bir aşağı bir yukarı kaldığımız otelin havuzunda yüzüyor.
Anne-kız ise oteldeki odalarından Şenol’a bakıp alkışlıyorlar, adama "ikili" cilve yapıyorlar. Şenol da gaza gelip habire kulaç atıyor. Onlara gösteri yapıyor filan...
Daha o zaman tuhaf gelmişti. Bu nasıl ilişki diye.
Dominantella Donatella Versace Lale anne, iki sevgilinin yanında yöresindeydi her saniye.
Neredeyse bir "threesome" elektriği vardı bu üçlüde diye epey kuşkulara kapılmıştım da, sonra vazgeçmiştim: Böylesi threesome’a bile hakaretti yani.
İşte o günkü kuşku bulutları bugün sağanağa dönüştü, ortalığa saçılıyor her şey.
Şenol İpek Bey demiş ki, "Biz sevişirken annesi de kameraya alıyordu!"
Ama belli ki kameraya alınmaya ses çıkarmamış kendisi de. Hoşuna gitmiş.
Yoksa insan sevgilisinin annesi tarafından kameraya çekilmeyi, hem de sevişirken niye ister?
Peki Lale Hanım, Özcan Deniz’i de kaydetmiş midir?
Madem bu iş, patlamış kanalizasyon borusu gibi ortalığı pis kokulara buladı, daha da bulayacak: O zaman bilmek isteriz her şeyi. Dibine kadar. Hakkımız. Söke söke alırız. Filan...
Tokyo’nun Ginza’sı Tünel’de
Tünel’deki Richmond Oteli’nin altındaki Sushico’ya geçen kış bir-iki kez gitmiştim.
Ama suşi yemeye değil, perşembeleri özel partiler yapıyorlardı, o partilere akıp eğlenmek için.
Ve içerideki simsiyah atmosfere bayılmıştım.
Tabii siyah dediysek öyle çok karanlık, depresif bir ortam aklınıza gelmesin.
Tavanı duvarları baştan aşağı siyah ama ustaca bir aydınlatmayla ortam kıvamında loştu (ama sokak boştu demek istiyorum bunun ardından, kendimi tutamayıp).
Neyse, meğer geçen sezonun "partici" Sushico’su artık Ginzaolmuş.
Cuma gecesi birkaç arkadaş merak edip gittik. Mekanın sahibi yine aynı: Selim Yalın. İlk bakışta Ginza’da öyle çok büyük değişiklikler yok. Bir tek yeni localar yapılmış.
Fazla değişiklik olmaması da iyi olmuş, çünkü dediğim gibi buradaki aydınlatma ve siyahlığın verdiği o şahane huzur başka bir yerde yok.
Ginza’nın asıl yeniliği ise yemekleriymiş. Mönüyü alıp incelemeye başlayınca çaktık durumu.
Bir kere mönüde sadece suşi yoktu. Hatta suşi biraz geri planda kalmış gibiydi.
Çok leziz atıştırmalıklar vardı: Mesela parmesanlı tavuk ve miso soslu patlıcan.
"Nedir bu miso sosu" diye sordum, "soya fasulyesinden yapılan özel bir sostur" dediler.
Bunun üzerine aynı sosla yapılan levreği de yedim, kaçınılmaz olarak.
Hafif ve alışkanlık yapan bir şey bu miso, unutulmasın. Yazılsın bir kenara...
Bu arada Ginza’nın ne manaya geldiği muhabbeti döndü doğal olarak.
Zamanında Tokyo’ya gidip gelmiş bir arkadaşımız bizi aydınlattı.
Ginza, Tokyo’nun en gözde caddesinin adıymış. Şehrin en pahalı kulüpleri ve devasa alışveriş merkezlerinin olduğu caddede şehrin en trendy tiplerini görmek mümkünmüş.
Tünel’deki Ginza’da da pek yakında böyle olacak, söylemedi demeyin.