Sağımda solumda yüzlerce reklamcı var. Hepsi çok cool, neşeli ve ifadeleri aydınlık... Bir an onlara bakarken aklıma geliyor.
SEKSİ MESLEK: REKLAMCILIK!
Bir dönem (ikibinlerin başı, işsiz kalınan bir dönem yani) İnsan kaynakları eklerinde yer alan “Bilmemne ajans şu şu özelliklere sahip metin yazarı arıyor” ilanlarına çok sık bakardım. Hatta birkaçına başvurmuş bile olabilirim, hatırlamıyorum. Çünkü çok seksi geliyordu reklamcılık. Özgür olabiliyordun, yaratıcılığını konuşturabiliyordun, istediğin gibi giyinebiliyordun. Ayrıca ajansların ofisleri çok şahane dekorasyonlara sahip oluyordu her seferinde, klişe ofis atmosferinden uzak kalabiliyordun... Ve işte şimdi yüzlerce reklamcıyla beraber “8. Kırmızı Reklam Ödülleri”ndeyim. Hilton Convention Center’da. Sahnede Ankaralı bir grup var, Kashmir... Rock çalarak ortamı ısıtıyorlar. Kashmir’in kadın solisti çok dikkat çekici. Çünkü uzun boylu ve incecik, çünkü uzun sarı saçları var, daha da önemlisi “vayy” dedirten şahane bir sesi. “Kesin yabancıdır” tahmininde bulunuyorum onun için, ama fena halde yanılıyorum. Kashmir sahneden indiğinde onunla, yani Sena’yla tanışıyorum. Aslında balerinmiş. Ama yavaş yavaş şarkıcılığa doğru geçiş yapmaya başlamış. İstanbul’daki ilk işleriymiş Kırmızı ödül töreninde sahne almak. Bundan sonra onları sık sık İstanbul kulüplerinde görebiliriz, şimdiden söyleyeyim. Kashmir sonrası ödül töreni başlıyor.
TBWA’İN PARİS OFİSİ...
Arka arkaya ajansların yaratıcı ekipleri ödüllerini almak için sahneye fırlıyor: TBWA İstanbul, Rafineri, Leo Burnett, Grey, DDB&Co... Bu arada TBWA’in Paris’teki ofisini görmüştüm bir marka vesilesiyle. Oradaki kreatif direktör markalara olan yaklaşımlarını, nasıl çalıştıklarını anlatmıştı tüm detaylarıyla. Şu açıdan ilginç bir deneyimdi: Bir markayı anlatmanın bin bir türlü yolu var. Ama reklamcı bunun en kestirme ve en zekice olanını bulmak zorunda. Ve bunun için cidden hem dikkatli davranmalı hem de akademisyen titizliğinde markayla “tez” gibi ilgilenmeli. Aslında diyorum ki, bir gün bizim buradaki reklam ajanslarının birinin toplantılarına katılsam; reklamcıların ofisteki hayatlarını yazsam? Bakınız, buradan apaçık teklif bekliyorum.... Ve tekrar hoppp Kırmızı’ya dönüyorum. Büyük ödül olan “Kıpkırmızı” verilmek üzere. Ödülü Google Türkiye için hazırladıkları ilanla Grey’ciler alıyor. Müthiş bir alkış kopuyor salonda. Reklamcılarda “çocuksu” bir coşku da var, onu fark ediyorum. Cool’lar ama takdir edilince coşkularını gizlemiyorlar, havalara uçuyorlar. Derken Sertab Erener çıkıyor sahneye. Bir sürprizle! Daha önce seslendirdiği reklam cıngıllarından bir demet sunuyor. Mesela Balerina Cif! Unutmak mümkün mü bu cıngılı? Ve daha nicesini... Ama benim külkedisine dönüşme vaktim geldi bile: Reklamcıların arasında son bir tur atıyorum ve onları kendi coşkularıyla baş başa bırakıp “Kırmızı”dan çıkıyorum.
Cumartesi-pazar ne yapmak lazım
Hüseyin Çağlayan’ın Galerist’te açılan “Yakınlık Sensörleri” adlı bol katmanlı (heykel-video-ses enstalasyonu bir arada çünkü) sergisini GÖRMEK LAZIM...
Mor ve Ötesi Otto Santral’de çıkıyor bu gece, İZLEMEK LAZIM, hoş olabilir. “Bir Derdim Var” mırıldanabilinir. Saat 23.00’da...
Lucca’da KAHVALTI YAPMAK lazım. Özellikle de pazar sabahı. Ben geçen pazar müthiş bir önyargıyla gittim, “Lucca’da kahvaltı mı yapılır?” diye diye... Açık büfeyi görmem ve tabağımı tepeleme doldurmamla beraber önyargım yok oldu. Lucca’nın kahvaltısı cidden iyi ve doyurucuymuş arkadaşlar. Su böreğinin tadını hâlâ unutabilmiş değilim.