Paylaş
18 saatlik uçuş sonrası acayip yorgun olmayı filan beklerdim, ama öyle olmadı.
Türkiye’den dokuz saat ilerideki Sidney’in saatine anında uyum sağladım.
Ve tabii beklenmedik coşkusuna da...
Çünkü Sidney’de Mardi Gras coşkusu vardı.
Bu ikonik gay ve lezbiyen festivalini görmek üzere Hyde Park’ın içinden geçip Oxford Caddesi’ne doğru yürüyen binlerce insanın arasına karışınca şunu gördüm:
Herkes rahat, herkes neşeli, herkes kafasına göre takılıyor. Ama kurallara da uyuyor.
Mesela polis çok izdiham olmasın diye Oxdord’un bazı giriş noktalarını kapatıyor.
Mekan misali... İçerisi fazla kalabalık olunca giriş kapısını geçici bir süre kapatmak gibi...
Sorun yapmıyorlar, diğer açık noktalardan Mardi Gras yürüyüşünü görmek üzere Oxford’a geçiliyor.
ENDİŞELER UZAKTA KALIYOR
Sonunda kaldırımlara dizilmiş yüzbinlerce insanın içine daldığımda tipik Türk endişeleri fersah fersah uzakta kalmaya başlıyor:
Polis yürüyüşe müdahale edip biber gazı atar mı?
Kalabalığın içinde ezilir miyim?
Elbette bunların hiçbiri olmuyor.
LGBTİ toplulukları yürüyüşlerini yaparken onları izleyen dünyanın dört bir yanından insanlar da çığlık atıyor, eğleniyor, fotoğraf çekiyor.
GAYBIES’LER GEÇERKEN
Meğer Mardi Gras klasik bir gay/lezbiyen yürüyüşü olmanın ötesinde bir şeymiş:
Herkesin toplu bir şekilde özgürlüğü kutsadığı bir ayin.
Bir tür Rio Karnavalı gibi.
Özgürlük derken boşuna bu kelimeyi kullanmıyorum.
Mesela Gaybies grubu geçiyor yürüyenler arasında.
Küçücük çocuklar.
Gay ve lezbiyen çiftlerin çocukları...
Onlar geçerken herkes daha da çığlık çığlığa.
Çocuklar da ellerindeki gökkuşağı bayrağını sallıyorlar kalabalığa, mutlular.
Onların hemen ardında askerler, itfaiyeciler, işçiler...
Toplumun her kesimi yani.
KOLAY OLMAMIŞ
Bu arada Mardi Gras ikon mertebesine bir anda ulaşmamış.
Onun da geçirdiği evreler de aslında ironik.
İlk yapıldığı yıl mesela (1978) polis müdahalesiyle karşılaşmış, yürüyüşe katılanlar tutuklanmış.
Daha sonra kabullenilmiş ve giderek büyüyerek ülke ekonomisine katkı sağlayan dev bir organizasyona dönüşmüş.
Sidney’de durum an itibariyle böyle.
Mardi Gras karmaşası sırasında dokuz saat gerideki Türkiye’yi düşünüyorum.
Evet, hakikaten ‘gerideyiz’.
Ama umutsuz olmamalı.
Tek bildiğim bu.
Ebru’nun mucizevi hikayesi
Adı, Ebru Demirhan.
Onunla geçen hafta aniden tanıştım ve hikayesini dinleyip bayıldım! Hemen anlatmaya başlıyorum.
Yıl 2003, Antalya...
Bir bankada çalışan Ebru, oğlu Ata Çınar’ı beklenenden önce dünyaya getiriyor.
Erken doğmasına rağmen kilo ve boy kriterleri çok iyi olan Ata Çınar, birkaç gün içinde hızla kilo vermeye başlıyor ve tekrar toparlayamıyor.
Ata Çınar’ın karaciğerinin tam kapasiteyle çalışmadığı anlaşılıyor.
Zaman ilerledikçe minik Ata’nın bedeninde yaralar da açılmaya başlıyor.
İğne ve serumlarla haftalar, aylar geçiyor.
Sonunda bir doktor tamamen annelik içgüdüleriyle bir gün Ebru’ya dönüp şöyle diyor:
“Bu çocuk intihar ediyor ve sevgiye ihtiyacı var. Ne kadar seversen o kadar kurtarman mümkün olur.”
DEVAMI ÇARŞAMBAYA
◊ Ebru bu konuşmadan sonra ne yaptı?
◊ Neden oğlunu da yanına alıp aniden İstanbul’a geldi?
◊ Ve İstanbul’daki yeni hayatında neyi keşfetti?
◊ Bu mucizevi hikaye bugüne sığmadı, devamını çarşamba günü okuyacaksınız...
Paylaş