Andy Warhol tipi yalnızlık

Meğer Andy Warhol yalnızlığı diye bir şey varmış.

Haberin Devamı


1989’da yayımlanan günlüklerinden ilhamla hazırlanmış belgeseli izledikten sonra öğrendim.
Başka türlü bir yalnızlık bu.
Aslında bir yanı çok tanıdık:
Hani tüm ünlülerin başına gelen o kalabalıklar içindeki muhteşem yalnızlık.
Warhol’unki bunun daha bilinçli bir versiyonu.
Bitmek bilmeyen partiler, davetler ve efsanevi Studio 54 gecelerine olan bağımlılığı -belgeselden anladığımız üzere- asla nefret ettiği bir durum olmamış.
Aksine aşırı ‘hazcı’ bu yaşam stilinden gayet keyif almış gibi.
Gibi diyorum, çünkü aslında belgeseldeki her şey biraz da flu.
Warhol’un pek bilinmeyen özel hayatını ve kariyeri boyunca göstermediği kişisel duygularını deşiyor belgesel.
Ama bize geçen duygular ne kadar Warhol’un duyguları, zaman zaman kuşkuya düşüyorsun.
“Makinelerin daha az sorunu olur. Bir makine olmak isterdim. Siz istemez miydiniz?” diyen biri var sonuçta karşımızda.
Duygularını hep gizlemiş, çünkü kendi yarattığı miti sürdürmek adına buna fazlasıyla ihtiyaç duymuş.
Belgeselde söylenildiği gibi: “Kendini bir kişi olarak değil, bir olay olarak sundu.”

YAPAY WARHOL
Belgeselin en ilginç yanlarından biri kuşkusuz yapay zeka yardımıyla Warhol’un sesinin yeniden ‘yaratılmış’ olması.
Günlükteki cümlelerin yapay Warhol tarafından okunması bir noktadan sonra insanı haliyle etkiliyor. Çünkü sesin bir yapay zeka olduğunu bir noktadan sonra unutuyorsun.
Sanırım makinelere âşık ve her daim güncelin peşinde koşmuş Warhol’un -eğer izleyebilseydi- bu belgeselde en çok hoşuna giden şey bu olurdu.

ÖNCE KENDİ EVRENİNE ALMIŞ
Warhol tipi yalnızlığa yeniden dönelim...
Onun yalnızlık biçimi, aslında ne kadar hayat enerjisi olan insan varsa önce onları kendi evrenine almak, sonra yine kendi merkezinde hayata devam etmek olmuş.
O enerjilerden istediğini almış ve yoluna tek tabanca devam etmiş.
Jed, Basquiat ya da Jon.
Hepsi Warhol’un yanında fazlasıyla normal, fazlasıyla kırılgan kalıyor.
Warhol ise -biraz da zoraki olan ucubeliği sayesinde- üzerini sıkı sıkı örttüğü kabuğuna sarılmış, yarattığı imaja tutunmuş ve kendi duygularını neredeyse ezip geçmiş.
Zaten günlüğün bir yerinde itiraf ediyor: “Hayatı kaçırdığımı hissediyorum.”

“YASAK ELMA”DA OYNAMAK GİBİ
Belgesel bir yanıyla Warhol’un bu kendine özgü yalnızlık biçimine üzülmemizi, onunla empati kurmamızı, peruğu bir hayranı tarafından alındığı zaman hissettiği utancın üzerine sırtına hafifçe dokunarak “Korkma, yanındayım” diye seslenmemizi arzu eder gibi duruyor ama sonra bir anda Warhol’u alaşağı da ediyor.
Meşhur “Aşk Gemisi” dizisinde oynadığı sahnelerin bir anda önümüze sürülmesi gibi.
Bunu şöyle de düşünebilirsiniz:
Ünlü ressam Taner Ceylan’ın “Yasak Elma” dizisinde oynaması gibi bir şey...

UNUTMADAN...
Warhol’un günlükleri klasik günlük tutma notları değil.
Neredeyse 10 yıl boyunca her sabah arkadaşı Pat’i arıyor ve ona olan bitenleri gayet sıradan bir şekilde anlatıyor.
Warhol 1987’de öldüğünde Pat’in elinde 20 bin sayfadan fazla telefon kaydı notu varmış.
Pat Hackett, 1989’da günlükleri yayınlamak için bu notları 800 sayfaya indirmiş.

 

Yazarın Tüm Yazıları