Paylaş
1921 yazında Beyaz Ruslar’dan kadınlı-erkekli deniz banyosu alışkanlığı öğrenilmiş.
Ama kadınların ve erkeklerin bölümü yine ayrıymış tabii...
Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla beraber “plajlar” önce İstanbul’da, sonra Anadolu’nun sahil kasabalarında arka arkaya açılmaya başlamış.
Florya’nın 1930’lardaki ilk plajlarının adları hoş mesela: Solaryum ve Haylayf.
1950’lerin başından itibaren ise plaj giysilerine, güneş kremlerine olan ilgi artmış. Plaj kültürünün gelişimi bu şekilde ilerliyor...
Şimdi günümüze ışınlanıyoruz ve ıslak ıslak -ismi lazım değil- bir plajdan bildiriyorum: Son dönem plaj kültürümüz nedir, ne aşamadadır, deniz kenarında aslında neler olmaktadır?
İster giriş parası verilerek şık bir “beach”e girilmiş olsun, ister giriş parasız halk plajına akın edilmiş olsun fark etmez; birbirini kesme ve yan şezlongda yatan tanımadığın bir dolu insan hakkında dedikodu yapma alışkanlığı devam etmektedir. Yabancı turistler gibi güneşlenip kitap okuma alışkanlığımız pek yok plajda. “Konuşma” üzerine kurulu bir plaj kültürümüz var. Habire konuşuyoruz.
Konuşulanlar yan şezlongdakilerin kulağına gitmesin diye bol bol müzik çalınıyor plajlarda. Kısık sesle ya da yüksek. Türkçe ya da yabancı. Fark etmiyor. Ama müzik istisnasız var. Müzik yayını olmayan halk plajında dahi radyolar açılıyor, cızırtılı mızırtılı...
Eskiden kadınlar yürürken tedirgin olurlardı plajlarda. Çünkü diğer kadınlar tarafından vücutlarının/mayolarının incelen-
diğini bilir; ona göre göbek içe çekilerek filan yürürlerdi. Şimdi aynı tedirginlik erkeklerde de var.
Herkes podyumda gibi yürüyor. İyi vücutlu olan “bana bakan var mı?” edasıyla ağır tempolu çıkıyor mesela denizden. Vücudu hımbıl olan ise hemen havlusuna sarınıyor, gizliyor kendini...
Çok kremleniyoruz çok! Yüz kremi ayrı, ayak kremi ayrı; vücutlar sürekli yağlanıyor plajlarda. Hani iyi mi kötü mü karar veremedim. Çünkü “korunmak” için değil, “daha çok yanmak” için sürülüyor onca krem/yağ.
Bir de şu “sırtımı yağlar mısın?” sahnesi en çok bizim plajlarda mı yaşanıyor ne?
Herkes birbirini kesiyor dedim, ama koca koca gözlükler ardından. Kimsenin aslında göz göze gelmeye cesareti yok. Kadını da erkeği de en devasa gözlüklerden takıyor plajda kaldığı süre boyunca. Gölgede dahi olsa...
Plaj kültüründe son nokta şu: Minik köpeğiyle beraber güneşlenmek! Şu anda yan minderimde (şezlong yok burada) bir adet cinsini bilmediğim minik köpek var. Sevgili olduklarını tahmin ettiğim çift yanlarında getirmiş. Büyük olasılıkla “oğlum/kızım” diye sevdikleri bu hayvancağız sıcaktan pişmek üzere. Hani hayvanı alıp Ömür Gedik’e filan teslim edesim geldi.
Hâlâ plajlarda çok rahat değiliz. Şu açıdan: Kadınlar “üstsüz” güneşlenmekte cesur değil mesela. Haklılar da. En şık “beach”te dahi öküz gibi bakma durumu son sürat olacağı için...
Monocle’daki İstanbul
Pazartesi günü Monocle Dergi-
si’nin temmuz-ağustos sayısında yayınlanan 2010 versiyon “yaşanılası şehirler” listesinden bahsetmiştim. Yazının devamı sığmamış dar alandaki kısa paslaşmalardan, bugüne kaldı ikinci kısmı... O kısım da şu:
Monocle’ın listesinde doğal olarak İstanbul yok (malum, “yaşanılası” kriterlere pek uymuyor şehrimiz). Önceki yıllarda İstanbul’a ekstra bir listede (“Winning Losers”) yer vermişlerdi başka dört şehirle beraber.
Bu kez de ona benzer, alternatif bir liste yapmış Monocle’cılar.
Kaotik şehirleri sıralamışlar: Beyrut, Napoli, Rio ve Taipei’yle (Tayvan) birlikte İstanbul bu listenin baş köşesinde!
İstanbul’la ilgili yazı, İngilizce karşılığı olmayan “keyifli” kelimesinin uzun bir açıklamasıyla başlıyor.
Lucca’nın sahibi Cem Mirap’ın “Şimdi Bebek’te bir sürü küçük Lucca var” diye mekanıyla abartılı bir şekilde övünmesi ve Park Hyatt/Four Seasons otellerinden bahsedilmesiyle devam ediyor.
Ve hoş bir sürpriz! Yazıda görüşleri alınan İstanbullular arasında bizim ekipten Melis Alphan da var. Şahanesin Melis!
Yazının finalini ise İstanbul’un beceriksiz garsonlarından, insanı ezen bürokrasiden, bıktırıcı taksi şoförlerinden, havalimanındaki vize kuyruğundan ve şehre olan ulaşım zorluğundan bahsederek yapmış yazar Saul Taylor...
Paylaş