Paylaş
Kitabın çıkış noktası neydi?
Birkaç çıkış noktam var: Yalnızlık, yabancılaşma, çarpık şehirleşme ve o çarpık şehirlerin bize ettikleri... Üstelik bundan mağdur olan da sadece biz insanlar değiliz. Öyle bir an geliyor ki bir karacayla bir yabandomuzu sürüsü de aynı yabancılaşmayı yaşıyor tıpkı biz insanlar gibi. Dolayısıyla bu kitapta hem bütün bunlara itiraz ediyorum hem de yaşanan yalnızlığın ve yabancılaşmanın sadece insanlara ait olmadığını anlatmaya çalışıyorum.
Çocuk kitaplarında ana karakterin yaşlı biri olması pek az rastlanan bir şey...
Yaşlılığı ve çocukluğu birbirine bir hayli benzetiyorum. Çocuk ya da genç olan okurun yaşlı bir roman karakteriyle de özdeşlik kurabileceğini düşünüyorum. Bu kitapta da kendinden başkasına alan tanımayan zihniyetlerin verdiği hasarı 85.5 yaşındaki bir kadının gözünden görüyoruz. Bir yanıyla çocukluğuyla hesaplaşan bir kadın bu ‘yaşlı kız’...
“Toplumun görünmez elleri, toplumda farklı olanın etrafında bir daire çizer” diyorsunuz. Ne demek bu?
Bu benim hayattaki en temel meselelerimden biri. Biz farklılıklara saygı duymuyoruz, onları ötekileştiriyoruz. Farklı olan ne varsa, onun etrafına hemen bir çember çiziyoruz ve “Bak bu farklı!” diye işaret ediyoruz. Örneğin; İstanbul’da romanın karakteri yaşlı kız Mualla, kalabalığın içinde, bedenin izin verdiği hızda yürümek istese yürüyemez. Çünkü şehir çok hızlı ve ayak uyduramayana öfke duyuluyor.
Kitapta yazarlara, kitaplara ve Van Gogh’a yer veriyorsunuz...
Kişinin kitaplarla kendine özgür bir alan yaratabileceğini düşünüyorum. Kitaplıklar, şehrin, betonların arasındaki en aydınlık yerler... Dolayısıyla bir sıkışmışlık hikâyesi anlatırken de yazarlar ve kitaplar rehberim oldu. Van Gogh’a gelince... Başkarakterin iç dünyasını anlatmak için renkleri ve çizgileri çok uygundu.
Hikâyede şehre hayvanlar iniyor. Onlar şehre geldiğinde insanlar onlara büyük tehlike olarak bakıyor...
Öncelikle şunu anlamamız lazım: Burası hem bizim hem de diğer canlıların evi. Aslına bakarsanız yaşam alanlarımızı o kadar fütursuzca genişletiyoruz ki bu bir işgale dönüyor. Birkaç yıl önce bir yabandomuzu sürüsünün İstanbul Boğazı’nı yüzerek geçmek zorunda kaldığını izlediğimde donakalmıştım. Bu nasıl bir mücadele etmek zorunda kalıştır? Yaşam alanını değiştirmek zorunda kalıyor bir hayvan sürüsü... Ormanlar yok edilip konutlar yapılıyor ama oraya yerleşenler o yaşam alanında bir karaca görünce şaşırıyor. Neden ki? Onun alanına giren biziz! Hayvanlar şehre gelmiyor, biz onların yaşam alanlarına giriyoruz.
Dürbün, kitapta çok önemli bir figür olarak yer alıyor...
Kitabın ana karakteri, dışında kaldığı hayata dürbünle bakıyor. Dürbün uzaktaki bir şeye bakarken kullanılır ya... Mualla da şehri televizyondan dinlemekten bıkmış, dürbünüyle bakıyor şehre. Yani başkasının gösterdiğini görmek yerine kendi kendine görmeyi seçiyor. Görmek, bize birbirimizin hikâyelerini getiriyor. Birbirimizin hikâyelerini öğrendiğimizdeyse kutuplaşmalar ortadan kalkıyor. Bu sayede hayatta bu kadar hoyrat ve vahşi olmaktan vazgeçebiliriz.
Anne-babalara önerileriniz neler?
Kendilerinden memnun yetişkinlerin çocuklarının da kendinden memnun olduklarını gözlemliyorum. Belki bunu bir küçük not olarak söyleyebilirim.
Çocuk edebiyatında çok ciddi bir ‘kitap kirliliği’ var...
Aslında çocuk edebiyatı algısında ‘kirlilik’ var. Çocuklar ve kitap deyince bizde genellikle şu yargı var: Bu kitabın mesajı ne? Ne öğrenecek bu kitaptan çocuklar? Önce eğitim ve edebiyat kitaplarını birbirinden ayırmak gerekli diye düşünüyorum.
Paylaş