31 Ekim 2010
BAZEN habbenin (dam-lacığın) kubbe, kubbenin de habbe yapıldığı dönemlerden geçersiniz. Benim 28 Ekim tarihli yazımın son cümlesinde (nasıl istismar edilebileceğini hesaplayamadan) değiştirdiğim iki kelime buna örnek teşkil etti. Gerçeği olduğu gibi anlatmam anlamak istemeyenlere yetmedi.
Bu durumda 1966 yılından beri mensubu olduğum, 1974 yılından beri de “Başyazar”ı sıfatını taşıdığım Hürriyet Gazetesi’nden ayrılmaya karar verdim.
Bana ne mutlu ki bunca yıl en iyi patronlarla ve mükemmel gazetecilerle çalıştım. Hepsine içten teşekkür borçluyum.
Bugüne kadar ülkem ve mesleğim için hangi görüşleri savundumsa ömrümün sonuna kadar onları savunacağımın bilinmesini isterim.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2010
OKUYUCUDAN tepki gelmese belki unutup gidecektik. Ama “Bu düpedüz hakaret anlamına geliyor” türü uyarılar üzerine dönüp bakınca, itiraf edelim, “Lafın hem ayarını kaçırmışız, hem de seviyesini çok düşürmüşüz” diye çok rahatsız olduk. Önce kimi rencide etmişsek tüm içtenliğimizle özür diliyoruz. Gelelim şimdi hikâyenin kendisine:
Bize yani Hürriyet’in köşe yazarlarına kendi yazılarını, “eğer ifade düşüklüğü, bilgi yanlışı, eksik anlatım gibi bir kusur varsa düzeltmesi için” bir fırsat verilir yani ya evine gazetenin erken baskıları gönderilir veya yazısı fakslanır.
Bu profesyonel mükemmeliyetçiliğin gereğidir ve yıllardır yapılır.
Biz yazarlar -en azından ben öyleyimdir- geç vakit de olsa, o metni bir kere daha gözden geçiririz. Zaman olur yazıya ilave yaparız. Zaman olur yazının bütününü değiştiririz. Zaman olur içindeki bir ifadeyi yeterince açık yahut çarpıcı bulmaz, onun yerine başka bir cümle yazarız.
Şimdi bu yazıyı yazmamıza sebep olan makalenin başından aynen öyle bir şey geçti.
Geçen gece, yani 27 Ekim günü saat 23.30 sularıydı. “Okuyucunun önüne çıkacak metinde hata olmasın” diye, eve fakslanmış yazıyı gözden geçirdim. Gerçekten metinde ufak tefek hatalar vardı. Onları düzelttim.
Yazı, Rize’nin İkizdere vadisinde 22 adet Hidroelektrik Santral yapılmasını engelleyen Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun kararına destek veriyor ve “Elektrik üretimi için ülkedeki tüm akarsuların kullanma hakkının 49 yıllığına özel şirketlere verilmesini” bir “peşkeş çekme” olarak nitelendiriyordu.
Konuşmacılar gibi yazarlar da son cümlenin “vurucu” olmasını isterler. Çünkü dinlediğiniz konuşmanın yahut okuduğunuz yazının deyim yerindeyse tadı o son cümlededir.
Ben de, akarsuların kullanma hakkının 49 yıllığına verilmesiyle ilgili hususu, “Şimdi, her şeyi satan işte o zihniyetin marifetini görüyoruz” diyerek ifade etmiştim.
Aklıma bir önceki Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın meşhur “Babalar gibi satacağız” sözü geldi. Ondan esinlenerek “her şeyi satan zihniyet” ifadesini değiştirip “analarını bile satan” yaptım ve o metni gazeteye faksladım.
Bu değişiklik sadece saat 24’ten sonra basılan gazetelere yani şehir içlerinde dağıtılan Hürriyet’lere girdi.
Ertesi sabah gazetede kendi yaptığım değişikliği görünce “Galiba kantarın topunuzu kaçırmışız” dedim ama iş işten geçmişti.
Gerçekten ifade hem “maksadımı” aşmıştı, hem de bu sütunu izleyenlerin yadırgayacağı kadar ağır kaçmıştı.
Nitekim okuyucu hiçbir faturayı ödetmeden bırakmaz:
Protestolar yağınca, başa döndük ve “vurucu ifade” şehvetine kapılıp birilerini -özellikle siyasi iktidarı- rencide ettiğimizi gördük.
Konuyu bir de gazetede kendi aramızda tarttık. Sonunda “hatayı kabul etmenin de bir görev ve bir borç olduğu” gerçeğini dikkate alıp “üzdüklerimizden özür dilediğimizi” tüm içtenliğimizle duyurmaya karar verdik.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2010
HANİ “Şeytan dürttü” diye bir laf vardır ya öyle oldu: Bugün 87’nci yıldönümünü kutladığımız “Cumhuriyet’in ilanı” gibi önemli günlerde ve özellikle bayramlarda biliyorsunuz “büyük”lerimiz “günün anlam ve önemini” vurgulayan mesajlar yayınlarlar. Kimse okur mu okumaz mı bilinmese de bu bir gelenektir. Çünkü o metnin bir “önemi”, o önemden kaynaklanan bir de “ciddiyeti” vardır.
İşte bu “ciddiyet” boyutunu ilgililer, yetkililer, görevliler ne kadar “ciddiye alıyor acaba?” diye şeytan dürtünce Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son yıllarda yayınladığı “bayram mesajları” arasında bir gezinti yaptık.
Hemen söyleyelim:
Birileri de tutar Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı, Ana Muhalefet lideri ve öteki liderler acaba o günlerde ne demişler diye araştırırsa, korkarız bizim karşılaştığımız gibi bir gerçekle yüz yüze gelirler.
Hemen belirtelim:
Başbakan elbet böyle bir günde “Getirin de, geçen sene ne demişiz bakalım?” diye sormaz. O hazırlanan metni ya görür, yahut güvendiği birinin denetimine havale eder. Ama doğacak ayıbı üstlenmeye mecburdur.
Gelelim Tayyip Erdoğan’ın yayınladığı mesajlara:
Son olarak dün kamuoyuna açıklanan mesajının tam 9 paragrafı geçen yıl aynı nedenle yayınladığı mesajın aynı...
Sadece “Cumhuriyet’in 86’ncı” değil de “87’nci yıldönümü” değişmiş.
Sadece bu değil... Geçen yıl yani 2009’un Cumhuriyet Bayramı’nda yayınladığı mesajın -bu defakinden farklı- tam 9 paragrafı da bir önceki yıl yani 2008’de yayınlanandan kopya edilmiş.
Örnek mi istiyorsunuz?
Önceki yıl (2008’de) kullandığı, “Bu anlamlı günde, kardeş kavgası çıkarmak için beyhude bir çaba içinde olan şer ve nifak odaklarına, aziz milletimizin tek yürek olarak bir kez daha en anlamlı cevabı vereceğine inanıyorum” cümlesinin sadece sonu değişmiş. O nedenle 2009 mesajında, “(...) odaklarına milletçe tek yürek olarak bir kez daha en güzel cevabı veriyoruz” denmiş.
Diğer “kopya”lamalarda da aynı metot izlenmiş.
Sanmayın ki Başbakan’ın yanında çalışanlar -Bilmiyoruz kaç Danışmanı vardır. Bunlar örneğin böyle bir bayram mesajını hazırlamak için kaç gün kafa patlatırlar?- sadece Cumhuriyet Bayramlarında böyle, “kes/ekle/sonunu değiştir/yayınla” metoduyla mesaj yayınlıyorlar.
Meğer 23 Nisan’da yayınlanan “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” mesajlarında, “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” mesajlarında ve “30 Ağustos Zafer Bayramı” mesajlarında da yıllardır aynı şeyi yaparlarmış.
Örneğin 23 Nisan 2006’da Başbakan Tayyip Erdoğan imzasıyla yayınlanan mesajın 2 cümlesini aynen 2009 yılının 23 Nisan’ında kullanmışlar. Keza 2009 yılının 30 Ağustos’unda yayınlanan mesajın tamamını aynen bir önceki veya bir sonraki yılda yayınlamışlar. Ama “tarih” koymaya bile üşenmiş olmalılar ki, o mesajı 30 Ağustos’un 86’ncı yıldönümünde mi yoksa 88’inci yıldönümünde mi yutturmuşlar, bulamadık.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2010
GEÇENLERDE bir tepkimizi dile getirirken Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu’nun “neyin bakanı?” olduğunu sormuştuk. Meğer bu laf tam yerine oturuyormuş. Onu da Çevre Bakanı’nın, “cennet” güzelliğindeki İkizdere Vadisi’nde 22 adethidroelektrik baraj yapılmasını engelleyen sit kararına gösterdiği tepkiyle anladık. Konunun bir “hukuki” tarafı da var ama, ona gelmeden değinelim:
Veysel Eroğlu’nun aslında Çevre Bakanı anlayışıyla değil “Çevre Düşmanlığı Bakanı” gibi görev yaptığını gösteren son haberi, arkadaşımız Nuray Babacan dün bildirdi:
İkizdere Vadisi’nde Hidroeldektrik Santrallar (HES) kurmak için baraj inşa edilmesine biliyorsunuz önce yöredeki bilinçli insanlar karşı çıktı.
Çünkü her barajın yöredeki tabiatı mahvedeceği aşikârdı. İkizdereliler belki de Veysel Eroğlu’nun sıfatına bakıp kendilerini destekleyeceğini sanmışlardı.
Oysa Eroğlu kendisini hâlâ Devlet Su İşleri Genel Müdürü koltuğunda oturuyor sandığı için tam tersini yaptı:
Tam bir çevre düşmanı gibi HES yapımında ısrar etti. Ama Trabzon’daki Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu geçen gün İkizdere Vadisi’ni “sit alanı” ilan edip de baraj yapımını durdurunca aynen Başbakan Tayyip Erdoğan gibi o da küplere bindi.
“HES’lere karşı çıkanlar Avrupa’dan finanse ediliyor” diyen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız gibi (3 Eylül 2010 gazeteler) o da tuttu, “ülkesini seven, enerjide dışa bağımlılığın azalmasını isteyen vatansever çevrecilerin de olduğunu” söyleyerek kendisini eleştirenlerin hareketini “vatan hainliği” ile açıkladı.
Meğer o da yetmemişmiş.
Nuray Babacan’ın haberi işte onu ortaya koyuyor. Çünkü haberde “İkizdere Vadisi”nin “sit alanı” olduğuna karar veren Kurulun elindeki yetkinin oradan alınıp Çevre Bakanlığı’na verilmesini öngören bir yasal değişikliğin Meclis’e sunulduğu bildiriliyor.
Şimdi görürsünüz Türkiye’nin güzelliklerinin ırzına nasıl geçildiğini...
Yukarıda Veysel Eroğlu’nun sıfatı ile yaptığının birbirine zıt olduğundan söz etmiştik. Bunun “hukuki” zeminini de söyleyelim:
Biliyorsunuz devletin her kurumunun varlığı, onunla ilgili yasa hükmüne dayanır. Açın Çevre ve Orman Bakanlığı’nın kuruluş yasasını okuyun. Burada Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, “baraj” yapmasına izin veren tek kelimelik bir hüküm yok.
Tam tersine yasa, Çevre Bakanı’na, bu sıfatıyla ilgili tam 13 adet görev vermiş. Onlardan biri olarak da “Çevreye olumsuz etkileri olan her türlü faaliyeti ülke bütününde izlemesini ve denetlemesini” emretmiş.
Ama anlaşılan bir kararla Devlet Su İşleri’ni Çevre Bakanı’na bağlamışlar yani “kümesi tilkiye teslim edip” meseleyi çözmüşler.
Biliyorsunuz “ileri demokrasi” ve yeni “hukuk devleti” anlayışıyla yönetiliyoruz ya...
Bu anlayış, Anadolu’daki 2000’den fazla akarsuyu, o yörenin tabiatına ne zarar vereceğini hesaba katmadan tuttu “Baraj yapıp elektrik üreteceğim, bunu da devlete satacağım” diyen şirketlere 49 yıl için peşkeş çekti.
Şimdi, her şeyi satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyoruz.
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2010
DOĞRUSU bize, Türkiye’nin bugünkü ortamında “gerekli” ve “yararlı” görünen siyasetçi idiler. Ama Demokratik Toplum Partisi (DTP) geçen yıl Anayasa Mahkemesi tarafından “temelli” kapatılınca milletvekillikleri de düşürülmüştü. Doğrusu bu karar bize pek de adil gelmemişti. Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’tan söz ediyoruz. Anayasa Mahkemesi’nin sözünü ettiğimiz kararında:
“Beyan ve eylemleriyle Partinin kapatılmasına neden olan Mardin Milletvekili Ahmet Türk ve Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerinin, Anayasa’nın 84’üncü maddesinin son fıkrası uyarınca, (...) sona ermesine” karar verildiği bildirilmişti.
Gazeteler yazdı... Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk, TBMM Başkanlığına dilekçe vermişler. Özetle “Bizim milletvekilliğimizin düşürülmesine dayanak teşkil eden fıkra, Anayasa’da yapılan son değişiklikle yürürlükten kaldırıldığına göre, milletvekilliğimizin bize geri verilmesi gerekir” demişler.
Tanınmış hukukçularımızdan, eski Adalet Bakanı, Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, “Doğrudur. Ahmet Türk’e ve Aysel Tuğluk’a verilen cezanın dayanağı olan hüküm yasadan çıkarıldığına göre Ceza Hukukunun ‘kanunsuz ceza olmaz’ ilkesi gereği, sıfatlarının da kendilerine iade edilmesi gerekir” diyor. “Çünkü onları seçen iradenin yasama dönemi bitmiş değil” diye ekliyor.
Hikmet Sami Türk bunun için “Meclis Başkanlığına dilekçe verilmiş olmasını” yeterli görüyor. “Başkaca işleme lüzum yok” diyor.
Doğrusu bunun bu kadar kolay olmadığına inandığımız için biraz daha irdeledik. Anayasa Hukuku hocalarından Prof. Dr. Erdoğan Teziç de aynı temel görüşü savundu. Ama o özetle:
“Anayasa Mahkemesi yaptırımlarının ceza hukuku normu gibi algılanması gerekmez. Zaten Anayasa Mahkemesi de kendi kararlarının böyle olduğunu ifade etmektedir. Ancak hukukun temel ilkesi gereği yasal dayanağı kalmayan durum, eskisine döner. O nedenle hem Tuğluk hem de Türk’ün Meclis Başkanlığına yaptıkları başvuru TBMM Başkanı tarafından TBMM Genel Kurulunun bilgisine sunulunca olay biter” dedi.
Gerçi aksi görüşte olan Anayasa Hukukçusu da var. Ancak adını açıklama iznini almadığımız için sadece görüşünü özetleyelim. Buna göre:
“Tuğluk ve Türk’le ilgili karar bir ceza sayılmaz ama bir tedbir kararıdır. Tedbir de yasal zeminin değişmesiyle ortadan kalkmaz. O nedenle bence milletvekili sıfatının iadesi doğru bir işlem değildir.”
İyi de ortada bir de “Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye doğru yürümeyeceği” ilkesi yok mu?
Öyle ya... Mahkeme kararını vermiş. O karar uygulanmış bitmiş. Şimdi tekrar başa dönmeye kalkarsanız bu ilke anlamını yitirmez mi?
Buna yanıt niteliğindeki örneği Erdoğan Teziç anımsattı:
“Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümeyeceği ilkesi sanıldığı kadar katı değildir. Nitekim CHP’nin tüm mal varlığını Hazine’ye aktaran 1953 tarihli yasa, Anayasa Mahkemesi tarafından 1963 yılında iptal edilince bu konu çok tartışıldı. Ama kararın geriye doğru yürümesi hukuka uygun bulundu ve CHP’nin malları iade edildi” dedi.
O nedenle Tuğluk ve Türk’e Meclis’in yolu açık görünüyor.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2010
TANINMIŞ yazar ve düşünür Bernard Show’ın bir sözü var. “Görgü, üçüncü kuşakta başlar” diyor.<br><br>Son günlerde tekrar güncel olan “29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonları” konusu gösteriyor ki “görgü”den henüz çok uzak bir dönemdeyiz. O kadar ki bize belki “üç” kuşak bile yetmeyecek. Ama biz bildiğimizi yazalım.
Eksiğimizi, yanlışımızı da bilenler ya tamamlasın yahut düzeltsin.
De... Birilerinin bıyık altından gülmesine sebep olmayalım:
Bu satırları yazmaya bizi, Sakarya Valisi Mustafa Büyük’ün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla vereceği resepsiyon davetiyesinin altında “uzun etek” ibaresini gören bazı meslektaşlarımızın “Vaay! Vali Bey, davet ettiği hanımların tesettüre girmesini istiyor” türü bir tepki ile bu konuyu kamuoyuna yansıtmaları zorladı.
Bir defa “uzun etek” hiç de “tesettür” anlamına gelmez. Tam tersine, yazılınca hanımların şık ve eteği topuklara kadar inen uzun bir gece elbisesi giyinmelerinin beklendiği mesajı verilmiş olur.
Zaten o mesajın verildiği türden “resmî” davetlerde erkeklerin ya “smokin” yahut da “frak” giymeleri beklenir.
Gerçi “frak” çok şık olmasına rağmen artık çok nadiren giyiliyor. Onun yerine “smokin” revaçta... Bizim devlet büyüklerimizin “frak” veya “smokin” duyarlılığı Ahmet Necdet Sezer’le başladı.
Abdullah Gül’ün bildiğimiz kadarıyla “frak” konusunda siftahı yok ama Sezer’den önceki Cumhurbaşkanlarımızın hepsi en azından “zorunlu” saydıkları zaman “frak” giydiler. Ama bazen onu da beceremediler.
Nitekim Çankaya’daki protokol görevlileri uyarmadığı -kendileri de bilmediği veya dikkat etmediği- için örneğin Turgut Özal’ın ve Süleyman Demirel’in, “siyah papyon”lu frakla fotoğrafını çektirip yabancı ülkelerdeki misyonlarımıza gönderdiler. Böylece kendi Cumhurbaşkanımıza iyi bir otelin “şef garsonu” kıyafetini giydirmiş oldular.
Bilmemek ayıp değil ama sormayıp istihza konusu olmak kötü. Nitekim bazı davetiyelerde “frak” yerine “beyaz kravat” ve “smokin” yerine “siyah kravat” yazıldığı da olur. Ama davetli herhangi bir elbise giyinir, üzerine de “beyaz” yahut “siyah” kravat takıp giderse, kendisine bir şey söylenmese de birileri uzaktan dalgasını geçebilir.
Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyondan söz etmişken anımsadık: Sayın Sezer’in verdiği resepsiyonlardan birine “muhafazakâr” tavırlı bir hanımefendi çizme ile gelmişti. Ona da tabii kimse bir şey demedi.
“Görgü”den söz etmişken belirtelim:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir ara önemsediği aydınları, sanatçıları Çankaya Köşkü’ne çağırıp yemek veriyordu.
Böyle bir davet sırasında tanınmış bir halk müziği sanatçımıza türkü söylettiler.
Olur mu?
Olur ama “ayıp” olur.
Daha böyle çok örnek var. Onları da yeri gelirse yazarız.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2010
BİR pazar sabahına hiç uygun olmasa da yazmaya mecbur kaldık: TBMM’de bir süredir Sayıştay Yasa Önerisi tartışılıyor. İlk bakışta “kuru” ve “sıkıcı” diyebilirsiniz ama olayda “yetim hakkını kimseye yedirmeme” iddiasındaki bir siyasi iktidarın gerçek çehresi ortaya çıkınca ister istemez ilgilenmek gerekiyor.
Önce izninizle ülkemizi yöneten siyasi partinin bazı temel taahhütlerini anımsatalım da konuya öyle girelim:
Bu taahhütlerin tamamı, “demokrasiyi geliştirmeyi, yönetimde saydamlığı” ve “her türlü yolsuzlukla mücadeleyi” öncelikli “vaat” olarak ifade etmişlerdir.
İnanmayan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Parti Programı’na, onun ardından 3 Kasım 2002 seçiminden önce yayınladığı “Seçim Beyannamesi”ne, o da yetmezse Abdullah Gül’ün ve sonra da Tayyip Erdoğan’ın kurduğu Hükümetlerin okuduğu hükümet programlarına bakabilir.
Buna rağmen bu iktidarın en büyük başarısı, İhale Kanunu’nu -yanlış saymadıksa- tam 18 defa değiştirerek hazine soyguncularının cezasız kalmasını sağlamasıdır.
Gelelim Sayıştay’la ilgili yasa önerisine:
Bildiğiniz gibi Sayıştay devletin bir kuruşunun bile gereksiz yere harcanmaması için TBMM adına tüm kurumların hesaplarını inceler ve TBMM’ye rapor verir. Devletin parasını çarçur eden varsa onun da hesabını sorar.
İşte bu kurumun yasasını baştan sona değiştirmek için siyasi iktidarın TBMM Meclis Grup Başkanvekillerinin imzasıyla Meclis’e verilen bir yasa önerisi bugünlerde TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor.
Ama 20 Ekim günü yapılan görüşmede “Takke düştü, kel göründü”. Çünkü öneri altında imzası olanlar tuttular Sayıştay’ın en önemli yetkisini hacamat ettirdiler. Bir başka ifadeyle, önerinin 2’nci maddesindeki:
“Hesap verme sorumluluğu çerçevesinde idarelerce belirlenen hedef ve
göstergeler ile ilgili olarak faaliyet sonuçlarının ölçülmesi ve değerlendirilmesi ile kamu kaynaklarının etkin, ekonomik ve verimli olarak kullanılıp kullanılmadığının incelenmesi” şeklindeki hükümle oynadılar. Belli ki bu hükmün:
“(...) kamu kaynaklarının etkin, ekonomik ve verimli olarak kullanılıp kullanılmadığının incelenmesi” bölümü bazı “yamuklukların” ortaya çıkmasına sebep olabilir diye onu maddeden çıkarttırdılar.
CHP Trabzon Milletvekili Akif Hamzaçebi bu ibare çıkartılırsa “Örneğin A Belediyesi’nin, ihtiyaç bulunmamasına rağmen her yıl kaldırım taşlarını yenilemesi” halinde Sayıştay’ın burada “kamu parasının verimli şekilde kullanılıp kullanılmadığını” rapora koyamayacağını söyledi ama “kös” dinleyen kulaklara bunu duyuramadı.
Dahası halen Sayıştay Birinci Başkanı’nın önünde “kamu parasının verimli kullanılmadığını” gösteren 3 rapor bulunduğunu, hatta geçen yasama döneminden kalma “Enerji” sektöründe “Yap-İşlet-Devret” konulu böyle raporların bile hâlâ sonuçlandırılmadığını anlattı ama “Yanlış yapan babam olsa gözünün yaşına bakmam” diyenlere anlatamadı.
Sayıştay “Performans denetimi” yetkisini 1996’dan beri kullanıyordu.
Bizi “saydamlaştıran ve özgürleştiren” iktidar şimdi o yetkiyi alıyor.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2010
İKTİDAR partisinin TBMM Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, belli ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’ya çok kızmış. Dünkü gazetelerde vardı, “Yalçınkaya’nın açıklamasına bir kısım siyasi partilerin sessiz kalması, sineye çekmesi demokrasi adına utanılacak bir durumdur” buyurmuş. Bu şiddeti görünce insanın korkası geliyor.
Hoş, Yalçınkaya’nın siyasi partileri uyarma amacıyla yaptığı açıklamayı Japonya’ya yaptığı ziyaret sırasında -anlaşılan Japoncasından- okuyan TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin daha yumuşak davranmamış. “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını adeta Meclis’e yönelik bir emir ve talimat verme doğrultusunda” olmakla suçlamış ve “Bu bildiriyi yayınlayan makamın, bildiriyi derhal geri çekmesini Türk Milleti’nden ve onun temsilcisi TBMM’den özür dilemesini” talep etmiş.
Lafı tersinden anlayan birkaç yazarla bir de MHP’den buna benzer tepkiler var.
İyi de... Yalçınkaya’nın suçu ne imiş?
Cumhuriyet Başsavcısı, önceki günkü medyaya yansıyan 23 No’lu “Basın Açıklaması”nda, -demek ki bundan önce 22 açıklama daha yapılmış- son günlerde tartışılan “türban” konusuna değiniyor, Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) konuyla ilgili kararlarını içeriklerine sadık kalarak aktarıyor, sonra:
“Yüksek yargı organlarının kararlarında, üniversite ve diğer eğitim ve öğretim kurumlarında, türbanın din ve vicdan özgürlüğü kapsamında koruma görmediğinin, laiklik ilkesiyle bağdaşmadığının açık ve tartışmasız bir biçimde vurgulandığı görülmektedir.
(...)
Belirtilen ilke ve kararlar ışığında; bir hukuk devletinde bu konudaki düzenlemelerin, yargı kararlarına aykırı olarak gerçekleştirilemeyeceği ve özellikle 2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasası’yla bu yasaya dayanılarak çıkarılacak düzenlemelerde yüksek yargı organlarının kararları ile AİHM kararlarına uygunluk gözetilmesi gerektiği gibi, yürürlüğe konulacak yeni kuralların da bu metinlere aykırı olamayacağı; bundan sonraki siyasi, toplumsal, kurumsal, ekonomik ve hukuki sorumlulukların tüm siyasi partilere ait olacağı (...) yüce Türk Milletinin bilgisi dahilindedir” diyordu.
Ne var bunda?
Anayasamızın 68’nci maddesi Siyasi Parti’lerin “tüzük ve programları ile eylemlerinin (...) laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağını” emretmiş. Bir sonraki madde “yukarıdaki” esaslara uymayan partilerin “temelli kapatılacağını” bildirmiş.
Sadece Anayasa değil, Yargıtay Yasası ile Siyasi Partiler Yasası, partilerin program, tüzük ve eylemlerinin bu esaslara uygun olup olmadığını denetleme ve gerektiğinde dava açma hakkını ve görevini Cumhuriyet Başsavcısı’na vermiş.
Soruşturduk, sadece Yalçınkaya değil, daha önce Cumhuriyet Başsavcılığı yapan Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu da, siyasi partilerin bu çizgilerden sapma göstermesi halinde gerektiğinde doğruca o partiye tebligat yaparak, gerektiğinde kamuoyuna “açıklama” yapmak suretiyle uyarıda bulunmuş. Şimdi Yalçınkaya da aynen onlar gibi “görevini” yapmış.
Şimdi sıra “görevini yapanları” suçlu ilan etmeye mi geldi?
Yazının Devamını Oku