Paylaş
Ankara Zirvesi Türkiye, Rusya ve İran Devlet Başkanlarını bir kez daha bir araya getirdi. Üçlü Zirve’den önce üç ülke lideri ikili görüşmelerde de bulundular. Zirveden çıkan en önemli sonuç, uzun bir süreden sonra, nihayet Suriye Anayasa Komitesi’nin oluşturulması oldu.
Zirve’de üç ülke lideri de Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve siyasi birliğine verdikleri önemi vurguladılar, Suriye’de “çözümün” yolunun siyasi uzlaşıdan geçtiğinin altını çizdiler. İşte Anayasa Komitesi bu bakımdan önemli görülüyor. Suriye’yi birleştirebilecek olan ülkede siyasi ve ekonomik reformların gerçekleştirilebilmesi; bunun yolu da Suriye’de yeni bir Anayasa’dan geçiyor.
Suriye’de 2021 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılması gerekiyor. Ülkede Cumhurbaşkanı 7 sene görev görüyor. Yeni Suriye Anayasası’nın bir an önce ortaya çıkartılması, ülkedeki “yeni” siyasi düzenin bu Anayasaya göre şekillendirilmesi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin “yeni” Anayasa’ya göre gerçekleştirilmesi Suriye için yeni bir başlangıç imkanı doğurabilecek.
Yeni Anayasa’nın çok daha demokratik, çoğulcu olması ve Suriye halkının yönetime katılmasını sağlaması gerekiyor. Ancak bu hiç de kolay bir iş değil. Suriye’de siyasi ve ekonomik reformlar çok uzun bir süreden beri yapılamıyor; Suriye kendisini yenileyemiyor.
Zaten Suriye’de 8 yıldan beri süren savaşın sebebi de bu. Şam rejimi zamanında Suriye halkının isteklerini reformlarla karşılayabilseydi, kendi halkına karşı alışkanlık edindiği şekilde şiddete başvurmasaydı büyük ihtimalle Suriye yıkıcı bir savaşa sürüklenmeyecekti. Herkesin aklına gelen soru 8 sene önce bu reformları gerçekleştiremeyen Suriye’nin şimdi bu reformları yapıp yapamayacağı ve Suriye halkını birleştirecek, Suriye halkının kabul edeceği bir Anayasa ortaya çıkartıp çıkartamayacağı.
Türkiye ve Batı, (kendi halkına karşı sınırsız şiddete başvuran) Şam rejimini meşru kabul etmiyor. Arap ülkelerinin ve Dünya’nın büyük bir bölümü de aynı görüşte. Suriye’nin Arap Ligi’ndeki üyeliği bile askıya alınmış durumda. Ancak Rusya ve İran aynı şekilde düşünmüyor; Şam rejimini meşru olarak kabul ediyor ve güçlendirmeye çalışıyor.
Suriye’nin uluslararası sistemdeki yerini almasının, Suriye halkının (ve ülkenin) birleştirilebilmesinin tek yolu Suriye’de siyasi reformlardan ve halkın destekleyebileceği bir Anayasa’dan (siyasi ve ekonomik reformlardan) geçiyor. Şimdi Anayasa Komitesi’nin kurulduğu ve çalışmaya başlayacağı açıklandığına göre bütün dikkatler demokratik ve çoğulcu bir Anayasanın gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği üzerinde olacak.
Türkiye, İran ve Rusya’nın Suriye’deki durumu aynı gözlerle görmedikleri açık olarak ortada. Ankara’nın, Suriye’de ciddi reformlar yapılmasını ve Suriye’yi birleştirecek, Suriye halkının desteklediği “meşru” bir yönetimin Şam’da iktidara gelmesini istediği biliniyor. Ankara bu sebeple yeni Suriye Anayasası’nın daha çoğulcu ve demokratik olmasını istiyor.
İran’ın tutumu ise çok farklı. Tahran, Suriye’deki durumu tamamen terörizm ve yabancı müdahaleyle mücadele olarak görüyor. İran Cumhurbaşkanı Ruhani Suriye’nin “kaderine” Suriye halkının “karar” vereceğini sürekli olarak vurguluyor; ama Suriye halkının bunu nasıl “yapacağını” söylemiyor.
Esasen bunun yapılmasının tek yolu Suriye’de uluslararası standartlarda, çoğulcu ve demokratik seçimlerin yapılması. Ama Suriye’de 1960’lardan bu yana serbest ve demokratik bir seçim yapılmış değil. İşte yeni Anayasanın bunu sağlaması gerekiyor. Seçimlerin gerçekten çoğulcu, serbest ve demokratik olması ve Birleşmiş Milletler kontrolünde, tüm Suriye halkının katılımına izin verilecek şekilde gerçekleştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor.
Anayasa Komitesinin önündeki diğer bir sorunun da ülkedeki siyasi yapı olacağı anlaşılıyor. Ankara, Moskova ve Tahran, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliği konusunda birleşmiş gibi gözükseler de, yerel yönetimlere tanınacak “yetkiler”, azınlıklara verilecek “siyasi” veya “kültürel” haklar gibi konuların yeni Anayasa’da nasıl şekilleneceğinin halledilmesi kolay değil.
Burada Rusya’ya büyük bir görev düşüyor. Rusya’nın, İran’la karşılaştırıldığında, Suriye’deki durumu daha “gerçekçi” bir şekilde değerlendirebileceği ve Şam rejimi ve Esad ailesi üzerinde baskı yapmaya daha “eğilimli” olacağı “ümit” ediliyor. Moskova’nın birleştirici bir Anayasa (ve gerçek seçimler yapılması imkanı) ortaya çıkartılmadan Suriye’nin de birleşemeyeceğini, ülkenin yeniden inşasının başlayamayacağını ve uluslararası sistemin Şam rejiminin “meşruluğunu” tanımayacağını “anlayacağı” ve buna göre hareket edeceği umuluyor.
Rusya ve İran’ın sürekli olarak Adana Mutabakatından bahsetmelerinin arka planında da esasında Ankara, Moskova ve Tahran arasındaki görüş ayrılıkları yatıyor. Adana Mutabakatının Türkiye ile Suriye arasında genelde terörizm ve özelde PKK terörizmiyle mücadele konusunda iyi bir sistem getirdiği, imzalandığı 1998 yılından Suriye savaşının patlak verdiği 2010’lu yıllara kadar iyi bir şekilde işlediği doğru. Ancak şimdi Suriye’de durum çok değişik.
Ankara Şam yönetimini “meşru” olarak görmüyor. Adana Mutabakatı çerçevesinde kurulan terörizmle mücadele “Ortak Komitesinin” yeniden işlemesi için Şam’da Ankara’nın “işbirliğine” girmeye hazır olduğu “meşru” bir yönetimin bulunması gerekiyor. Ankara, (bu gerçekleşene kadar) Adana Mutabakatını ve Mutabakata yapılan atıfları Suriye’deki terör örgütlerine karşı yaptığı askeri harekatları haklı kılan bir zemin olarak değerlendiriyor.
Bu çerçevede, Ankara’da yapılan Üçlü Zirve’den hemen önce, Şam rejiminin ana omurgasını PYD/YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçlerini “ayrılıkçı, terörist” bir örgüt olarak tanımlaması ve Birleşmiş Milletlere şikayet etmesi de ilginç bir gelişme. Bu durumda Rusya’nın Şam üzerindeki etkisini kullandığını ve Şam rejiminin bu adımı Moskova’nın isteğiyle attığını düşünmek mümkün.
Bugün Suriye’nin geleceğinde rol oynayan 4 önemli dış güç bulunuyor. Bunlardan üçü ( Rusya, İran ve Türkiye) Üçlü Zirve’de temsil edilirken, dördüncüsü (ABD) Zirvelere (Astana Sürecine) katılmıyor. İşin daha karmaşık bir yanı Şam rejimi destekleyen Rusya ve İran (bütün sorunlara rağmen) işbirliğinde bulunabilirken, Türkiye ve ABD’nin yolları Suriye’de “ayrılmış” gibi gözüküyor.
ABD’nin Suriye’de PYD/YPG ile yaptığı işbirliğinin ve PKK’nin Suriye uzantısı olan bu örgütü “yerel ortak” olarak görmesinin Ankara’yı çok rahatsız ettiği zaten ortada. Türkiye’de Vaşington’un Suriye (ve genelde Orta Doğu) politikasının giderek İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “etkisi” altına girdiğini düşünenlerin sayısı oldukça fazla.
Vaşington’un Ankara ile Suriye’de güven ortamını tekrar tesis edebilmesi için başta “Güvenli Bölge” kurulması olmak üzere doğru yönde adımları hızla atması gerekiyor. Aksi takdirde Suriye’de Ankara ile Vaşington arasındaki “mesafenin” daha da açılması kaçınılmaz gibi görünüyor. Türkiye’nin Fırat’ın Doğusunda PYD/YPG’ye karşı askeri bir operasyonu önleyebilmek için Türkiye’nin sınırdaki (kurulacak Güvenli Bölge’deki) ihtiyaçlarını karşılaması gerekiyor.
Kurulduğu açıklanan Anayasa Komitesi’nin Cenevre’de BM Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilcisi etkisinde çalışmalarını yapacak olmasının ABD’ye Anayasa
Komitesi çalışmalarını etkilemek için bir fırsat yaratacağı düşünülebilir. Anayasa Komitesi çalışmalarında başarılı olsa bile ABD’nin Suriye’de ülkenin % 30 kadarını (PYD/YPG ile) kontrol ettiği unutulmamalıdır. ABD’nin Fırat’ın doğusunda ve Suriye-Irak sınırının büyük bölümünde ne yapmak istediği tam olarak açık olmamakla beraber, ABD’nin Suriye politikasına yönelik “şüpheler” bölgesel ve küresel başkentlerde giderek artmaktadır.
Ankara’da yapılan Üçlü Zirve’den hemen önce Orta Doğu’da tansiyonun birden arttığı da izlenmiştir. Suudi Arabistan’ın ülkenin doğusundaki (Basra Körfezi’ne yakın) iki petrol tesisine yapılan saldırılar çok ciddi bir durumu ortaya çıkartmaktadır. Her ne kadar saldırılar Yemen’de savaşan Hutsiler tarafından üstlenilse de Vaşington (ve Riyad) bu konuda farklı düşünmektedir.
Hutsiler, Suudi petrol tesislerine saldırıları kendilerinin silahlı insansız hava araçları (SİHA’lar) ile düzenlediklerini duyurmuşlar ve Suudi Arabistan’ı bu saldırıların devam edebileceği konusunda “uyarmışlardır”. Vaşington ise saldırıların İran tarafından düzenlendiğine işaret etmektedir.
ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun İran’ı suçlamasının hemen arkasından Başkan Trump’ın saldırıyı kimin düzenlediğini bildiklerini ve karşılık vermeye hazır olduklarını, bu konuda Suudilerden işaret beklediklerini açıklaması Dünya’nın dikkatini bir kez daha Orta Doğu’ya çevirmesine neden olmuştur.
ABD’nin İran’ı Suudi petrol tesislerine karşı saldırıdan dolayı nasıl “cezalandıracağı”, Vaşington’un “misillemesinin” ne olacağı belli olmamakla beraber, durumun giderek “ciddiyet” kazandığı ortadadır. ABD’nin İran’a yönelik “askeri” bir misillemesi ciddi bir tırmanmaya yol açacaktır. İran Cumhurbaşkanı Ankara’daki Üçlü Suriye Zirvesi’ne İran ile Suudi Arabistan ve ABD arasındaki ilişkilerde böyle bir tırmanma yaşandığı bir ortamda gelmiştir.
Suudi Arabistan’ın Dünya petrol tüketiminin % 10’dan fazlasını karşılaması, Dünya petrol ticaretinin % 20 kadarının Basra Körfezini Hint Okyanusu’na bağlayan Hürmüz Boğazı’ndan geçmesi Dünya’nın bölgedeki gelişmeleri çok yakından izlemesine neden olmaktadır.
Nitekim Suudi Arabistan petrol tesislerine yapılan saldırılardan sonra Suudi petrol üretiminin durduğu açıklanmış ve petrol fiyatları sert bir şekilde artış eğilimine girmiştir. Her ne kadar ABD ve Suudi Arabistan’ın petrol arzını stoklardan takviye edecekleri açıklamalarından sonra petrol fiyatları gerilese de Orta Doğu’daki gerginliğin bütün Dünya’yı “yakından” ilgilendirdiğine, durumdan bütün ülkelerin etkilendiğine şüphe bulunmamaktadır.
Suudi Arabistan petrol tesislerine yapılan saldırı bir yandan dikkatlerin tekrar Yemen Savaşı’na yönelmesine de sebep olmuş; Yemen’deki savaşın Suudi Arabistan’ın “başını ciddi şekilde ağrıttığı” yorumlarına neden olmuştur. Olayın diğer bir yönü de SİHA’ların bugünkü savaşlarda artan rolüdür.
ABD kaynakları SİHA’ların Suudi petrol tesislerine Basra Körfezi üzerinden geldiğine inanmakta; saldırılarda SİHA’lar yanında füzelerin de kullanıldığı yönünde bilgiler basında yer almaktadır. Durum ne olursa olsun SİHA konusunun ülkeleri “endişelendirdiğine” ve artan vakalar nedeniyle SİHA saldırılarına karşı “önlemler” alınmasının her ülkede “öncelikli” hale geldiğine şüphe yoktur.
Suriye, Türk dış politikası açısından “önemini” ve “önceliğini” korumaktadır. Dikkatler şimdi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu marjında New York’ta yapılacak ikili görüşmelere çevrilmiş bulunulmaktadır. Genel Kurul’da bir konuşma yapmak için önümüzdeki hafta New York’ta bulunacak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump ile bir görüşme yapması beklenmekte olup, bu görüşmenin gündeminin ön sırasında Suriye ve “Güvenli Bölge” konusunun bulunması beklenmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump görüşmesinde “Güvenli Bölge” konusundaki sorunların çözümü şüphesiz ki, Orta Doğu’da hızlı tırmanmaların yaşandığı bir sırada, Türkiye-ABD ilişkilerinde bir “rahatlama” sağlayacak, iki ülkenin gündeminin (serbest ticaret anlaşması gibi) olumlu konulara odaklanması için fırsat yaratacaktır.
New York’ta birçok önemli ikili görüşme yapılması beklenmektedir. Trump ile Ruhani arasında bir görüşme imkanı son gelişmelerle azalmış gibi gözükmektedir. Ankara açısından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan Başbakanı Mitsotakis ile yapması planlandığı bildirilen görüşme de önem kazanmaktadır. Gerçekleşirse bu görüşme Mitsotakis’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’la ilk resmi bir araya gelmesi olacaktır. Mitsotakis’in Türkiye’yi ziyaret etmek istediği yönünde bilgiler de bulunmaktadır.
Önümüzdeki kısa dönemde (New York’tan sonra) Ekim ayı başlarında yapılacak 4’lü (Türkiye, Rusya, Almanya ve Fransa) Suriye Zirvesi’nin 2. toplantısı önem kazanmaktadır. Bilindiği gibi 4’lü Zirvenin ilk toplantısı geçen sene İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Almanya ve Fransa’nın yapıcı bir şekilde Suriye konusuna çekilmesi önemlidir.
Paylaş