Paylaş
Türkiye’nin başlangıçtan itibaren amacı sınırının güvenliğini sağlamak, PKK’nın Türkiye-Suriye sınırdaki varlığını ortan kaldırmaktı. Bunu sağladığı anlaşılan Türkiye-Rusya “mutabakat metni” aynı zamanda Ankara ile Moskova arasında Suriye’deki işbirliğini de yeni bir düzeye taşımış gibi görülüyor.
Barış Pınarı Harekatı ile başlayan gelişmeler Türkiye’nin sınırının hemen güneyinde bir PKK siyasi oluşumunu engellemiştir. Soçi “mutabakat metni” ile Ankara’nın Tel Rıfat ve Münbiç’teki (Fırat’ın Batısındaki) PKK varlığının temizlenmesi konusunda Rusya’nın işbirliğini sağladığı da izlenmektedir.
Barış Pınarı Harekatı ile başlayan gelişmeler, ABD’nin Doğu Suriye’den büyük ölçüde çekilmesi, ABD Başkan Yardımcısı Pence’in Ankara ziyareti sırasında varılan mutabakat, Soçi mutabakatı Suriye’deki dengeleri büyük ölçüde değiştirmektedir. ABD’nin çekilme kararı, Barış Pınarı Harekatı ve Soçi Mutabakatı ile PKK’nın Suriye kolu olan PYD/YPG’nin Doğu Suriye’deki pozisyonu temellerinden sarsılmıştır.
Suriye sorununun siyasi çözümü için Anayasa Komitesi çalışmaları büyük bir önem taşımaktadır. Suriye Anayasa Komitesi nihayet bu ayın sonunda Cenevre’de çalışmalarına başlayacaktır. Suriye’nin, 8 senedir devam eden savaştan sonra, toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini sağlaması dahil sorunlarını çözmesi Anayasa Komitesi’nin başarısına ve Suriye’de gerekli siyasi reformların yapılmasını sağlayacak bir anayasa ortaya çıkartmasına bağlanmaktadır.
Anayasa Komitesinin başarısı ise Suriye’de etkin olan dış güçlerin Komite çalışmalarını desteklemesine bağlıdır. Bu dış güçler arasında Rusya ve Türkiye başta gelmekte; iki ülke Soçi mutabakatında bu hususa da atıf yapmaktadır. Rusya ve Türkiye’nin desteği olmadan Anayasa Komitesinin başarılı olması ve Suriye’de genel siyasi çözüm imkansız görünmektedir.
Rusya’nın pozisyonu Suriye’de 2015’ten bu yana çok güçlenmiştir. Türkiye’nin, Obama Yönetiminden bu yana ABD’nin yaptığı vahim hatalar sebebiyle, güneyindeki (Suriye’deki) gerçek komşusunun artık Rusya olduğu yönünde ileri
sürülen görüşlerde büyük haklılık payı bulunmaktadır. Bu da kaçınılmaz olarak Türkiye’nin Rusya tarafından desteklenen Şam rejimi ile ilişkilerini gündeme getirmektedir.
Ankara’nın Şam rejimiyle ilişkileri oldukça karmaşık ve çok yanı bulunan bir konudur. Rusya’nın sürekli 1998 Adana Mutabakatından söz etmesinin arka planında Ankara ile Şam rejimi arasındaki temasların yaygınlaştırılması isteğinin bulunduğu açıktır. ABD ve Avrupa ülkelerinin Türkiye’yi tamamen karşılarına alan ve aşırıya kaçan tutumları ve Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini doğrudan hedef alan PKK ile işbirliği politikaları karşısında, bu konunun tüm yanları ile Türkiye’de (daha sonraki bir yazımda ele alacağım gibi) tartışılması kaçınılmaz bir durum haline gelmiştir.
Geçtiğimiz kısa dönem Suriye ile ilgili çok önemli gelişmelere sahne olurken, Ankara’nın hem Moskova hem Vaşington ile ilişkilerinde de, Suriye bağlantılı, hızlı gelişmeler izlenmiştir. Bu arada Barış Pınarı Herakatı’na oluşan aşırı tepkiler yanında, ABD Başkanının gönderdiği diplomatik nezaket kuralları ve diplomatik geleneklere hiç de uymayan, ne üslubu ne de içeriği itibariyle kabul edilemeyecek mektup, Türkiye’nin yakın tarihinde bu ölçüde yalnız kalıp kalmadığı sorularının ortaya atılmasına da neden olmuştur.
Yakın tarihimizde bakıldığımızda Türkiye-ABD ilişkilerinde 1960 yıllarının ortalarında da (bu kez) Kıbrıs meselesi sebebiyle ciddi bir krizin yaşandığını gayet iyi görülmektedir. ABD Başkanı Johnson’un 1964 yılında dönemin Başbakanı İnönü’ye yazdığı mektup Türkiye-ABD ilişkilerinde ve Türkiye’nin Batı’ya bakışında bir dönüm noktası teşkil etmiştir.
Başkan Johnson mektubunda (üslubu Trump’ın mektubuyla karşılaştırılamasa da) kullandığı tehditkar ifadelerle Türkiye’yi Kıbrıs’taki soydaşlarını soykırımı ve etnik temizlikten kurtarmak için girişeceği askeri harekattan caydırmayı hedeflemiştir. Johnson mektubunu, içeriği itibariyle, Ankara-Vaşington ilişkilerine sonuçları bugüne kadar gelen olumsuz bir etki yapmıştır.
Türkiye’nin yine Kıbrıs sorunu sebebiyle 1965 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda nasıl yalnız bırakıldığı ve tamamen Yunan ve Rum görüşlerini ihtiva eden bir karar tasarısının Türkiye’nin bütün itirazlarına rağmen ezici bir çoğunlukla kabul edildiği hala hatırlardadır.
Türkiye’nin Kıbrıs Rumlarının 1960 yılında Kıbrıs Devletini yıkmak ve enosisi sağlamak için başlattıkları ve Kıbrıs Türklerine yönelik katliamlar ve etnik temizlik girişimleri karşısında Batılı müttefiklerinden istediği desteği bulamadığı ve NATO
üyesi olması sebebiyle Bağlantısız Ülkelerin desteğini de sağlayamadığı bilinmektedir.
Avrupalı NATO müttefiklerimiz 1965 yılında Kıbrıs Rum lideri Makaryos’un Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ile yakın ilişkilerini ve Bağlantısız Ülkeler Grubu içindeki etkisini kullanarak Kıbrıs sorununu uluslararası plana taşıyarak istismar etme ve Türkiye’yi uluslararası planda yalnız bırakma politikasını desteklemişlerdir.
Kıbrıs sorunu 1965 yılı Aralık ayında BM Genel Kurulu’nda görüşülmüştür. Genel Kurul’da tamamen Kıbrıs Rum görüşlerini savunan ve Kıbrıs sorununu Kıbrıs Rumlarının kendi kaderini tayin hakkı olarak gören, Ada’da yaşayan Kıbrıs Türklerinin haklarını ise azınlık statüsüne indiren bir karar tasarısı 5 olumsuz oya ( Türkiye, İran, Arnavutluk, Pakistan ve ABD) karşı 47 olumlu ve 54 çekimser oyla kabul edilmiştir.
Batılı müttefiklerimiz, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın 1983 yılında da Kıbrıs konusunu tekrar BM Genel Kurulu gündemine aldırmalarını destekler bir tutum içine girmişlerdir. Bu kez de BM Genel Kurulu Rum görüşlerini destekleyen, “bütün işgal güçlerinin” Ada’dan derhal çekilmesini, Ada’daki “mültecilerin” evlerine dönmesine izin verilmesini isteyen bir karar tasarısını 5 olumsuz (Türkiye, Bangladeş, Malezya, Pakistan ve Somali) oya karşı 103 olumlu ve 20 çekimser oyla kabul etmiştir.
Kıbrıs Rum Kesimi 2004 yılında Annan Planı referandumundan hemen sonra AB üyeliğine kabul edilmiştir. Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Rum Kesiminin AB üyeliğini AB içinde enosis olarak görmektedir. AB’nin bu durumu çok iyi bilmesine ve Annan Planını Kıbrıs Rum Kesiminde reddedilmesine rağmen, Kıbrıs Rum Kesimi’ni referandumdan hemen sonra üyeliğe kabul etmesi, bazı Avrupa ülkelerin Türkiye karşıtlığı ve Türkiye’yi yalnızlığa itme politikalarını ne ölçülere taşıyabileceklerinin başka bir örneğini teşkil etmiştir.
Biz Suriye ile ilgilenirken Brexit konusunda da hızlı gelişmeler oldu. Birleşik Krallık Avrupa Birliği ile yeni bir Brexit Anlaşması yaptı. Ancak Başbakan Boris Johnson bu Anlaşmayı da Birleşik Krallık Parlamentosuna onaylatamadı. Parlamento Brexit Anlaşmasını oylayacağına, Anlaşma üzerindeki görüşmeleri “erteleme” kararı aldı.
Bu durum Başbakan Johnson’u, daha önce bu konuda yaptığı bütün açıklamalara rağmen, Brexit’in için AB’den tekrar zaman istemeye zorladı. Başbakan
Johnson’un, Brexit tarihinin ileri itilmesi isteğini içeren mektubu AB’ye imzalamadan göndermesi dikkatleri üzerine çekti.
Birleşik Krallık Parlamentosu daha önce, Başbakan Johnson’un bütün karşı koymasına karşın, Anlaşmasız Brexit’i önlemek için bir karar almış ve 31 Ekim tarihine kadar bir Anlaşma olmaması halinde, Birleşik Krallık hükümetinin AB’den Brexit tarihinin üçüncü kez ertelenmesini istemeye mecbur bırakmıştı. Başbakan Johnson Parlamento’nun bu kararına uymak ve Brüksel’den (AB’den), imzasız bir mektupla da olsa, bir erteleme daha istemek zorunda kaldı.
Bu gelişmelerle Brexit karmaşası devam ederken, 31 Ekim tarihinde ne olacağı bugün bile açık değil. Başbakan Johnson AB ile vardığı Anlaşmayı Birleşik Krallık Parlamentosundan bu hafta içinde geçirmek için büyük bir gayret gösteriyor. Ancak, Birleşik Krallık içinde siyasetin ve halkın Brexit konusunda adeta ikiye bölünmesi sonuçlarını göstermeye devam ediyor; Birleşik Krallık kadar Dünya’nın ilgisini de Brexit üzerinde toplanmayı sürdürüyor.
Birleşik Krallık ile AB arasında “yumuşak” çıkışı sağlayacak bir Anlaşmaya varılmasının bu kadar zor olmasının sebebi ise Kuzey İrlanda’dan kaynaklanıyor. AB, İrlanda Cumhuriyeti ile Birleşik Krallığa ait olan Kuzey İrlanda arasındaki sınırda durumun, Birleşik Krallığın AB üyesi olmasından önceki haline dönmesini istemiyor. İrlanda Cumhuriyeti Kuzey İrlanda ile AB içinde kurulan özel bağlarının bir şekilde Brexit’ten sonra da devam etmesini istiyor; AB’de bu konuda İrlanda Cumhuriyetini destekliyor.
Bugüne kadar 31 Ekim’de gerekirse sert (anlaşmasız) Brexit’i savunan Başbakan Johnson, Parlamento kararı uyarınca, AB’den yeni bir uzatma istemek zorunda bırakılmıştır. Bu, eğer Başbakan Johnson bu hafta içinde AB ile varılan Anlaşmayı Parlamentosuna kabul ettiremezse anlaşmalı Brexit’in 31 Ekim’de de gerçekleşmeyeceği anlamına gelmektedir. Başbakan Johnson’un bir şekilde AB ile vardığı Anlaşmayı Parlamento’ya kabul edilmesi durumunda ise Brexit (nihayet) 31 Ekim’de gerçekleşmiş olacaktır.
Birleşik Krallık Parlamentosu’nun AB ile varılan yeni Anlaşmayı 31 Ekim tarihine kadar ele almaması ve onaylamaması durumunda AB’nin Brexit için yeni bir tarih verip vermeyeceği (uzatmaya gidip gitmeyeceği) de bir soru işaretidir. Bazı üye ülkelerin aksine olan tutumlarına rağmen, Brexit 31 Ekim’de gerçekleşmezse, AB’nin Brexit tarihini 3 ay kadar ertelemeyi kabul edeceği tahmin edilmektedir.
Birleşik Krallık AB’den çıkmasının AB üyeliğinden çok daha zor olacağını Dünya’ya göstermeye devam etmektedir. Brexit referandumundan (23 Haziran 2016) 3,5
yıldan uzun bir zaman geçmesine rağmen Brexit’in nasıl ve ne zaman gerçekleşeceği, hala açıklık kazanmış değildir.
Birleşik Krallık Başbakanı Johnson’un biran önce Brexit’i gerçekleştirmek ve daha sonra seçime gitmek istediği anlaşılmaktadır. Boris Johnson hükümetinin şuanda Parlamento’da çoğunluğu yoktur ve Brexit’in kutuplaştırdığı Birleşik Krallığı bir azınlık hükümetiyle yönetmek giderek zorlaşmaktadır.
Bu arada Birleşik Krallık Aralık ayı başında önemli bir zirveye ev sahipliği yapmaya hazırlanmaktadır. Londra’da 3-4 Aralık tarihinde Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO) Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi yapılacaktır. Bu tarihte NATO’nun kuruluşunun 70 yılını kutlanacaktır. NATO üyesi 29 ülkenin Devlet veya Hükümet Başkanlarının bu Zirve için Londra’da olması beklenmektedir.
Hatırlanacağı gibi NATO 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra 1949 yılında kurulmuş, Türkiye’de bu örgüte (Yunanistan ile birlikte) 1952 yılında üye olmuştur. Birleşik Krallığın bu önemli NATO Zirvesine ev sahipliği yaptığı tarihte (3-4 Aralık) hala AB üyesi bir ülke olup olmayacağı Başbakan Johnson’un AB ile vardığı Brexit Anlaşmasını Birleşik Krallık Parlamentosu’na bu hafta içinde onaylatıp onaylatamamasına bağlı olacaktır.
Birleşik Krallık İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan oluşan federal bir devlettir. Birleşik Krallığın AB’den ayrılmasının sadece Avrupa’daki değil Dünya’daki dengeler açısından ciddi sonuçları olacaktır. Bu nedenle Dünya giderek Birleşik Krallık için ciddi bir sıkıntı ve rahatsızlık haline gelen Brexit sürecini çok yakından ve ilgiyle izlemektedir. Brexit’in nasıl ve ne zaman gerçekleşeceği Türkiye açısından da önemli sonuçlar yaratacaktır.
Batı ülkelerinin Barış Pınarı Harekatı karşısındaki anlaşılması zor, yanlış tutumu sebebiyle Türkiye, Londra NATO Zirvesine Batı ile ilişkilerinde ciddi gerginliğin yaşandığı bir ortamda gidecektir. NATO’nun, Türkiye’nin Batı ile bağlarında hala çok önemli bir rol oynadığına işaret edenler haklıdır. Ancak bu bağlar sadece karşılıklı özenle ve dikkatle devam ettirilebilir. PYD/YPG savunuculuğuna soyunan ve Türkiye düşmanlığını yapan bütün Batı başkentlerinde Soçi Mutabakatının, Türkiye ile Rusya arasında ortaya çıkan yakınlaşma ve işbirliğinin dikkatle incelenmesi ve alarm zillerinin çalması gerekmektedir.
Paylaş