Paylaş
Suriye’deki durum Türk dış politikası bakımından en önemli sorun olmayı sürdürüyor. Suriye’de meydana gelen gelişmeler Türkiye’yi bir yandan sınır güvenliği bakımından etkiliyor, Ankara İdlib’de ve Doğu Suriye’deki gelişmeleri kendi güvenliği açısından değerlendirmek ve gerekli gördüğü tedbirleri almak durumunda kalıyor.
Bağımsızlığını kazandığı 1947 yılından bu yana Suriye’de olanlar Türkiye açısından hiçbir zaman bir komşu ülkede olan “iç gelişmeler” olarak kalmadı, kalamadı. Türkiye-Suriye ilişkilerinin geçmişine de baktığımızda durum böyle. Ancak 2011 yılında Arap Baharı Suriye’yi etkilemeye başladığında Türkiye’nin gelişmelere dışardan bakma “lüksü” tamamen ortadan kalktı.
Her şeyden önce Suriye’deki yönetimin Arap Baharı’nın Suriye’ye olan etkileri karşısında siyasi ve ekonomik reformlara gitmek konusunda gösterdiği başarısızlık ve değişim isteyen kendi halkına karşı sınırsız bir şiddete başvurması Suriye’den ülke dışına büyük bir göç hareketini tetikledi.
Bugün ülkelerinden kaçmak zorunda kalan Suriyelilerin sayısı 7 milyona kadar vardı. Suriye’deki savaşın ortaya çıkarttığı sığınmacı krizi Suriye’nin tüm komşularını etkiledi. Türkiye, Lübnan ve Ürdün’de kalabalık Suriyeli sığınmacı grupları oluştu. Suriyeli sığınmacıların sayısı, küçük birer ülke sayılan, Lübnan’da 1,2 milyona, Ürdün’de ise 800 bine kadar yükseldi.
Türkiye’ye sığınan Suriyeli sayısı ise zaman içinde büyüdü, 5 milyona kadar ulaştı. Türkiye üzerinden Avrupa’ya giden sığınmacı sayısı 1,5 milyon civarında. Türkiye’de yaşamlarını sürdüren Suriyelilerin sayısı ise bugün 3,6 milyon kadar. Suriyeliler artık sınır boylarında değil, büyük şehirlerde. İstanbul’da yarım milyon Suriyeli yaşıyor.
Suriye savaşının başından beri Türkiye’ye gelen Suriyeli sayısı, daha sonra Avrupa’ya gidenleri de sayarsak, 5 milyon ve bu rakam birçok Avrupa ülkesinin nüfusundan daha fazla. Türkiye’nin Suriye savaşına ilgisiz kalması sırf bu nedenle bile imkansız. Sırf Suriyeli sığınmacı gerçeği bile Türkiye’nin Suriye sorununu dışardan “izlemesini” imkansız kılıyor.
Bu sebeple 2014 yılında kaleme aldığım (ve Şam’da Büyükelçi olarak görev gördüğüm 5 yıla yakın süre içindeki anılarımı da anlattığım) kitabıma “ İçimizdeki Komşu Suriye” adını vermiştim. Bağımsızlıktan bu yana Suriye’deki siyasi gelişmeleri ve Türkiye-Suriye ilişkilerini anlattığım bu kitabımın adı bile Suriye konusunun Türkiye için artık tamamen bir dış politika sorunu olmaktan çıktığını gösteriyor.
Avrupa ülkelerinin küçük gruplar halindeki Suriyeli sığınmacıları ülkelerine kabul etme konusunda gösterdikleri tutum ve aralarında sürdürdükleri kavga bile kısa bir zamanda Türkiye’nin (daha sonra 1,5 milyonu Türkiye’den ayrılsa da) 5 milyon Suriyeliyi ülkesine kabul etmekle ortaya koyduğu örnek davranışı daha iyi bir şekilde ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin bugün 3,5 milyon Suriyeliyi misafir etmesi, sığınmacılara tepkilerin ırkçı şekiller aldığı Dünyamızda, son derece örnek bir davranıştır ve Dünya’nın sadece övgüsünü değil desteğini de hak etmektedir. Türkiye, sığınmacılar konusunda zaman zaman övgü alsa da hak ettiği desteği aldığını, Türkiye’ye verilen destek sözlerinin yerine getirildiğini söyleme imkanı bulunmamaktadır.
Komşu ülkelerde yaşayan Suriyelilerin zamanı geldiğinde ve Suriye’deki şartlar uygun hale getirildiğinde ülkelerine dönmeleri her şeyden önce Suriye’nin nüfus yapısının ve Suriye’deki demografik dengelerin bozulmaması için gereklidir. Şam rejiminin Suriye nüfusunun önemli bir bölümünü ülke dışına kaçmaya zorlayan politikalarının bir etnik temizlik hareketi haline dönüşmemesi ve Suriye’deki tarihi dini, mezhepsel ve etnik dengelerin bozulmaması, Suriye’nin geleceği açısından, önem taşımaktadır.
Ankara, Türkiye-Suriye sınırında Fırat Nehrinden Irak sınırına kadar ve Suriye’de 30 km kadar derinliği olacak bir Güvenli Bölge oluşturmaya çalışmaktadır. Bu Güvenli Bölge’nin Ankara için ilk amacı sınırın güvenliğinin sağlanması ve Doğu Suriye’den Türkiye’ye yönelik terörizm tehdidinin azaltılmasıdır. Bunun için bu bölgenin (Türkiye tarafından denetlenmesi kadar) PYD/YPG unsurlarından temizlenmesi de Ankara için büyük önem taşımaktadır.
Eylül ayı içinde Ankara’nın, kurulmasına çalışılan bu Güvenli Bölge’yi sığınmacılar sorununun kısmi çözümü için de gerekli olarak gördüğü ortaya çıkmıştır. Ankara oluşturulacak bu güvenli bölgeye 140 yeni köy 50 ilçe kurmayı ve 1 milyon Suriyeli sığınmacıyı yerleştirmeyi planlamaktadır. Bu gerçekleştirilebilirse sığınmacı sorununun en azından kısmı çözümü yönünde önemli bir adım atılmış olacaktır.
Son gelişmeler Türkiye’nin Güvenli Bölge’yi artık tek başına kuracağını ortaya çıkmıştır. Bu Güvenli Bölge’nin (kötü Münbiç örneği de ortada olduğundan) Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde kurulması zorunludur. Türk yetkililerden gelen son açıklamalar, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump’ın Pazar gecesi yaptıkları telefon konuşması ve Beyaz Saray’dan yapılan açıklama Türkiye’nin Güvenli Bölge askeri operasyonunun çok kısa bir süre içinde başlamak üzere olduğunu göstermektedir.
Bugün PYD/YPG’nin kontrolünde bulunan Doğu Suriye’nin büyük bir kısmı geleneksel Arap ve Türkmen yerleşim bölgeleridir. ABD desteğiyle PYD/YPG’nin bu bölgeleri ele geçirmesinden sonra bu bölgelerdeki nüfus yapısını bozduğu, Arap ve Türkmenlerin bu bölgeleri boşaltmak zorunda kaldıkları bilinmektedir. Bu durumun iyi bir örneği sınırdaki Tel Abyad bölgesidir. Dünya’nın Doğu Suriye’de ABD’nin gözü önünde etnik temizlik yapılmasına izin vermemesi ve bu bölgelerin tekrar eski sahiplerine bırakılması gerekmektedir.
Esasında başlangıçta, başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerin Türkiye’yi Suriye sorununa karıştırmak için “teşvik ettikleri”, Türkiye’yi bu yönde “ittikleri” unutulmamalıdır. Arap Baharının Suriye’yi etkilemeye başladığı 2010 ve 2011 yılı Batı ülkeleri basınını inceleyenler o dönemde Batı’nın (ve Vaşington’un) Türkiye’nin Suriye’de değişim ve reform isteyen Suriye halkını değil, bu istekleri bastırmaya çalışan Şam rejimini destekleyici yönünde “endişe” içinde olduğunu göreceklerdir.
Ankara, o dönemde, ABD ve Batılı ülkeler gibi, Suriye’de değişim, siyasi ve ekonomik reform isteklerinin yanında yer almış, bu tutumunu bugüne kadar sürdürmüştür. Ancak ABD ve Batı, Suriye savaşındaki daha sonraki gelişmeler sebebiyle, Suriye’de değişim isteklerini desteklemekten 2014 yılından sonra vazgeçmişlerdir.
Bunun başlıca sebebi Suriye’de siyasi ve ekonomik reform isteklerinin başlangıçta “ılımlı” muhalefet ve Suriye halkı tarafından talep edilmesi; ancak 2013 yılından sonra durumun hızla değişmesi ve Suriye’de rejime karşı olan güçler arasında (çoğu Suriye dışından gelen) “aşırı” ve “cihatçı”, çağ dışı düşünceleri savunan kesimin güçlenmesi ve ön plana çıkmasıdır.
El Kaide irtibatlı terörist örgütler ve DEAŞ terör örgütü bu dönemde Suriye’de güçlenmiş, rejimle mücadele eden muhalefet bölünmüş, Vaşington (ve Batılı ülkeler) Şam’da rejim değişiminden bu süreç içinde vazgeçmişlerdir. ABD’nin (Obama Yönetimi’nin) 2015 yılında Şam rejiminin çökmesini önleyen Rusya’nın
Suriye savaşına doğrudan müdahalesini “onayladığını” hatta “teşvik ettiğini” gösteren işaretler bugün artık açıkça ortaya çıkmaktadır.
Suriye Savaşının başından beri savaşa ilk önce dolaylı, daha sonra doğrudan müdahale eden İran ve Rusya’nın Şam rejimini güçlendirdikleri ve Suriye’de dengelerin rejim lehine geliştiği kadar ABD’nin bu duruma ilk önce seyirci kaldığı, hatta daha sonra Rusya’nın savaşa doğrudan müdahalesinin Vaşington’da (Obama Yönetiminde) “memnuniyetle” karşılandığı da gerçektir.
Çağ dışı bir terör örgütü olarak DEAŞ’ın Irak’tan Suriye’ye geçerek Suriye’de güçlenmesinin ve Suriye topraklarının önemli bir bölümünü ele geçirmesinin Suriye Savaşında bir dönüm noktası olduğu görülmektedir. Vaşington ve Batı bundan sonra, kendi halkına karşı sınırsız şiddet uygulayan Şam rejiminin meşruluğunu kaybettiği söylemlerini sürdürmekle beraber, Suriye’de değişim politikasını ve hedefini de bir kenara bırakmışlardır.
İşte Ankara ile ABD’nin (genelde Batının) Suriye’de yolları da bu süreçte ayrılmaya başlamıştır. Vaşington’un ılımlı Suriye muhalefetini desteklemekten vazgeçerek, DEAŞ’la mücadele gerekçesi altında, PYD/YPG ile kurduğu ilişki ve PYD/YPG’ye verdiği siyasi ve askeri destek sonucunda Ankara ile Vaşington’un Suriye politikalarındaki çatlama giderek büyümüştür. Zamanında Türkiye ve ABD’nin ılımlı Suriye muhalefetini birlikte kurduklarını ve desteklediklerini hatırlayanlar, Obama Yönetimi sırasında ABD’nin bu politikadan neden ayrıldığı sorusunu sormaktadır.
Son dönemde Vaşington’un PYD/YPG ile işbirliğinin DEAŞ’la mücadele çerçevesinde olduğu yönünde Ankara’ya verdiği bütün sözlerin ve yaptığı vaatlerin oyalama ve sürüncemede bırakma taktiği olduğu Türkiye’de genel bir inançtır. ABD’nin, Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulacağı açık olan Güvenli Bölge konusunda da aynı tutum (oyalama) içine girmesi, Ankara’yı Güvenli Bölge’yi tek başına kurma yoluna itmiştir.
Türk yetkililerden gelen son açıklamalar artık Ankara’nın, Obama Yönetiminin Suriye’de arka arkaya yaptığı hatalardan sonra, şimdi Trump Yönetiminin doğru seçimi yapmasını ve Suriye’de işbirliği için bir terör örgütü olan PYD/YPG’yi değil (Suriye savaşının başında olduğu gibi) Türkiye’yi seçmesini beklediğini göstermektedir.
Yaptığı bir seri hatadan sonra, Vaşington’un Türkiye’yi yeniden kazanması için harekete geçmesi gerekmektedir. Bunun yolu da ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Atina ziyareti sırasında (Türkiye ile ABD arasında yeni sorunlar
ortaya çıkartacak şekilde) alınan karar ve yapılan açıklamalardan geçmemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump’ın Vaşington’da Kasım ayı içinde yapacakları açıklanan görüşme bu çerçevede daha da önem kazanmaktadır.
Bugün ABD’nin Suriye’de ne istediğinin, ne yapmaya çalıştığını rasyonel bir düşünce ile anlamak, Vaşington’dan gelen çelişkili beyanlar ve sahada izlenen farklı politikalar nedeniyle, giderek zorlaşmaktadır. Belki de daha doğrusu Vaşington’da (Trump Yönetimi içinde) Suriye konusunda ortak bir “tutum” ve “görüş birliği” olmadığı; Başkan, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, CIA ve Kongre’nin ve ABD’nin dış politikasını oluşturan bu kuruluşlar içindeki farklı grupların ABD’yi Suriye’de “farklı yönlere” çekmek istedikleridir.
Moskova ve Tahran’ın Suriye’de ne istediğinin daha açık olmasına karşılık, Vaşington’un Suriye’deki gerçek amaçlarının ne olduğunun “anlaşılmasının” her geçen gün biraz daha zor hale gelmesi, birçok başkent gibi, Ankara için de bir sorun haline gelmiştir. Ankara dahil birçok başkentte, Vaşington’da ve sahada, DEAŞ ile mücadele kisvesi altında, Suriye’yi bölmek isteyen kişi ve grupların bulunduğu ve ABD’nin Suriye politikasının bu güne kadar bu “güçler” tarafından yönlendirildiğine inananların sayısı çoğunluktadır.
Mevcut şartlar altında Ankara, Suriye konusunu, bir yandan Şam rejimini güçlendirmek amacındaki Moskova ve Tahran’la, diğer yandan Doğu Suriye’ye yerleşen ve “yerel ortağı” PYD/YPG ile birlikte Suriye’yi bölmeye çalıştığından şüphelenilen Vaşington’la konuşmak zorunda kalmaktadır. Yine bu şartlar altında Ankara, bu başkentlerle, bir yandan Suriye’nin karşı karşıya olduğu sorunları (Suriye’de barış, birlik ve istikrarın yeniden sağlanması, ateşkesin bozulmaması) ve Suriye kaynaklı olarak kendisinin karşılaştığı meseleleri (sınır güvenliği, terörist örgütlerin varlığı ve sığınmacılar konusu) çözmek durumundadır.
Daha önce bu konudaki yazılarımda da vurguladığım şekilde Suriye’yi düze çıkartmanın ve bu ülkeyi komşuları için de bir sorun olmaktan kurtarmanın esas yolu Suriye’de genel siyasi bir çözümden geçmektedir. Suriye Anayasa Komitesi bu nedenle kurulmuştur. Ancak, Ekim ayı sonunda toplantılarına başlayacak Anayasa Komitesi’nin çalışmalarının çok zor geçeceği (Suriye’de reform gerçekleştirmenin zorluğu) herkes tarafından bilinmektedir.
Paylaş