Paylaş
NATO Zirveleri düzenli değil. Gerek görüldüğü zaman yapılıyor. NATO kurulduğundan (1949 yılından) bu yana 27 Zirve gerçekleştirilmiş. Brüksel’deki son toplantı 28. Zirve oluyor. Zirveler ya üye ülkelerde ya da NATO Merkezinin bulunduğu Brüksel’de (Belçika’da) yapılıyor. Zirvelere NATO Genel Sekreteri başkanlık ediyor. Üye ülkelerde yapılan son toplantı 2016 yılı Temmuz ayında Varşova’da (Polonya’da) toplanmış. Bir NATO Zirvesinin de 2004 yılında Türkiye’de İstanbul’da yapıldığını hatırlıyoruz.
Son dönemlerde NATO Zirvelerinin daha sıklıkla yapıldığı izlenmektedir. NATO’nun ilk 40 yılında sadece 10 Zirve yapılmışken, daha sonraki dönemde (1990’lı yıllardan bu yana son 18 yıl içinde) yapılan Zirve sayısı (son Brüksel Zirvesiyle) 18’e yükselmiştir. 1990 yılının önemi, uluslararası alanda bir dönüm noktası olmasıdır. 1990 yılında Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı dağılmıştır. İki kutuplu Dünya düzeni de bu iki önemli gelişme ile bitmiştir. Yani Batı (NATO) ile Doğu (Varşova Paktı) arasındaki “Soğuk Savaşı” NATO kazanmıştır. “Soğuk Savaşı” takip eden bir dönem Dünya’da ABD hakimiyetinde “Tek Kutuplu” bir Dünya düzeni kurulduğu görüntüsü oluşmuştur.
Ancak bu görüntü kısa dönemde değişmiştir. Uluslararası alanda Vaşington yanında yeni (askeri ve ekonomik) güç merkezleri ortaya çıkmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti ekonomik ve askeri bir güç merkezi haline gelmiştir. Avrupa Birliği (ve Almanya) ABD’nin Dünya’daki ekonomik üstünlüğü için önemli bir rakip olarak görünmektedir. Putin’in iktidara gelmesinden sonra Rusya (askeri gücünü kullanarak) tekrar (dikkate alınması gereken) siyasi bir güç merkezi oluşturmuştur. Bugün Uluslararası sistemin tekrar (2. Savaşı’ndan önce olduğu gibi) çok güç merkezli bir yapıya döndüğüne işaret edilmektedir.
NATO’nun Zirve toplantıları daima uluslararası kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekmiştir. Ancak yarın Brüksel’de başlayacak Zirveye olan ilgi daha da artmış görülmektedir. Bunun bir sebebi NATO Brüksel Zirvesinin “olaylı” G-7 Zirvesinden sadece bir ay kadar sonra yapılması ve ABD Başkanı Trump’ı (G-7 Zirvesi sırasında kamuoyu önünde sert sözlerle atıştığı) Transatlantik ülkeleri liderleri ile (sadece bir ay kadar sonra tekrar) bir araya getirmesidir.
G-7 Zirvesi ABD ile Transatlantik “müttefikleri” arasındaki sorunları çok açık bir şekilde ortaya çıkartmıştır. Başkan Trump’ın Kanada’da yapılan G-7 Zirvesine Kanada ve AB ülkelerinden yapılan çelik ve alüminyum ithalatına (%25 ve %10 oranında) gümrük vergileri getirdikten sonra gitmesi G-7 Zirvesine katılan liderler arasında ciddi görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
ABD’nin en yakın müttefikleri arasında bulunan Kanada’nın Başbakanı Justin Trudeau ile Başkan Trump arasında teati edilen karşılıklı sert sözler Dünya kamuoyunun ilgisini toplamış, Trump ile Almanya Başbakanı Merkel arasındaki açık (kamuoyuna yansıtılan) gerginlik (diplomasinin magazinini yapanlar kadar) uluslararası ilişkiler gözlemcilerini de şaşırtmıştır.
Basında Başkan Trump’ın elindeki şekerleri Başbakan Angela Merkel’e doğru fırlatarak “hey Angela artık sana bir şey vermiyorum deme” dediği iddia edilirken, yine basında Merkel’in sıkıntılı bir şekilde oturan Trump’a (diğer G-7 ülkeleri liderleriyle birlikte) yüksekten sert şekilde bakan fotoğraflarının (basına) Alman Başbakanının ofisi tarafından “sağlandığı” bilgisi yer almıştır.
Sonuçta ABD, G-7 Zirveleri sonucunda (geleneksel olarak) yayınlanan ortak bildiriye katılmayacağını açıklamıştır. Bir üye ülkenin G-7 ortak bildirisine katılmaması G-7 geçmişinde ilk kez olması sebebiyle geniş ilgi toplamıştır. Dünyanın (serbest piyasa ekonomisine sahip) en gelişmiş 7 ülkesini bir araya getiren G-7 grubunun (Japonya hariç) tüm üyeleri (ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya) aynı zamanda NATO ittifakının da üyesidir. Bu bakımdan Brüksel NATO Zirvesi’nin nasıl geçeceği ve (özellikle) Trump ile Kanada ve Almanya Başbakanları arasındaki temaslar (Başkan Trump’ın önceden kestirilemeyen davranışları da dikkate alındığında) Dünya kamuoyunun bütün dikkatini üzerine toplamış gözükmektedir.
Başkan Trump’ın seçim kampanyası sırasında NATO ittifakı için “eski”, “modası, hükmü geçmiş” sıfatlarını kullandığı bilinmektedir. Başkan Trump NATO’yla ilgili olarak daha sonraki dönemde bu “olumsuz” görüşünü bir ölçüde değiştirmiştir. Bununla birlikte Trump’ın ABD’nin Avrupa’nın savunması için çok fazla taahhüt altına girdiği, para harcadığına inandığı ve Avrupa kıtasının savunmasında Avrupalı ülkelerin daha fazla rol almasını (mali katkı yapmasını) istediği bilinmektedir. Trump (ilk adım olarak) NATO üyesi ülkelerin tümünün (başta Almanya olmak üzere) savunma harcamalarını (ittifakın daha önce aldığı kararları uygulayarak) gayri safi milli gelirlerinin (en az) %2’sine çıkarmalarını istemektedir.
Ancak Başkan Trump ile Avrupa ülkeleri arasındaki görüş ayrılıklarının (savunma harcamalarının ötesine) daha da derine gittiği yönünde işaretler giderek artmaktadır. Sorunun temeli (büyük ihtimalle) Başkan Trump’ın Dünya’yı ve ülkeleri nasıl gördüğü ve algıladığıyla yakından irtibatlıdır. Başkan Trump’ın (birçok Amerikalı gibi) ABD’nin Dünya’daki ekonomik üstünlüğünü kaybetmekte olduğunu, (Çin yanında) Almanya’nın (Almanya liderliğindeki Avrupa Birliğinin) ABD için en büyük (ekonomik) rakip olarak ortaya çıktığını gördüğü ve (küresel) ABD dış politikasını buna göre şekillendirmek istediği anlaşılmaktadır.
Trump’ın ekonomik üstünlüğünü kaybeden ABD’nin önümüzdeki dönemlerde istemediği (ABD dolarının rezerv para birimi olma özelliğini kaybetmesi gibi) gelişmelerle karşı karşıya kalacağını, ekonomik hegemonyasını kaybeden Vaşington’un (kaçınılmaz olarak) siyasi ve askeri gücünü de kaybedeceğini düşündüğü, Başkan Trump’ın aklındaki “dost”, “ortak” ve “rakip”, “düşman” ülkeler kavramlarının (büyük ölçüde) bu düşünce yapısı içinde şekillendiği ortaya çıkmaktadır.
Bu düşünce yapısı içinde (askeri açıdan) süper bir güç olsa da ekonomisi (petrol ve doğal gaz ihracatı üzerine oturan) gelişmekte olan Rusya ABD için önemli bir “tehdit” oluşturmamakta, “işbirliği” yapılabilecek ülkeler grubu içine girmektedir. Avrupa ise (özellikle Almanya ve Doğu Avrupa) ilk önce Gürcistan daha sonra Ukrayna ve Kırım nedeniyle Rusya’yı hala en büyük dış “tehdit” olarak görmeye devam etmekte, Rusya’yla ilişkilerin nasıl idare edileceği Trump Yönetimi ile AB arasında en önemli sorunlardan biri olmayı sürdürmektedir.
G-7 Zirvesi sırasında Trump’la Transatlantik müttefikleri arasında çıkan anlaşmazlıklardan en önemlilerinden birinin Trump’ın (Rusya’nın Kırım’ı ilhakından sonra 2014 yılında durdurulan) G-8 toplantılarına (G-7’lere Rusya’nın da katılmasıyla) yeniden başlanmak istemesi olduğuna işaret edilmektedir. Başkan Trump’ın (Rusya’nın ABD seçimlerine müdahalesi ve Trump ile ekibinin konuyu ne ölçüde bildiği konusunda) Vaşington’da süren soruşturmalara rağmen, 11-12 Temmuz’da yapılacak NATO Zirvesinden hemen sonra (16 Temmuzda), Rusya lideri Putin’le (Finlandiya’da) bir Zirve “ayarlamasının” (Berlin başta) AB ülkeleri başkentlerinde dikkatlerden kaçmadığı muhakkaktır.
Bu gelişmeler çerçevesinde kimin “dost” kimin “düşman” olduğu konusunda “yanılgı” içine düşmemesi için bazı Senatörlerin, Batı Dünyasını oluşturan “değerlere” de atıf yapan bir mektubu Başkan Trump’a gönderdikleri basınında yer almıştır. Vaşington’da büyük çoğunluğun Başkan Trump’ın “tehdit” ve (buna dayanan) “dost/ortak-rakip/düşman” ülke algılamalarını paylaşmadıkları açıktır.
Ancak geçmişe (tarihe) baktığımızda Transatlantik ilişkilerde çatışmanın Avrupa içinde Avrupa ülkeleri arasında olduğunu görmek mümkündür. İki Dünya Savaşı da (sömürgeciliği de içine kadarsak) ekonomik sebeplerle ve ekonomik hegemonya istekleri nedeniyle patlak vermiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sına karşı ABD ile Rusya (o dönemde Sovyetler Birliği), değişik ekonomik sistemlerine rağmen, ittifak içinde savaşabilmiştir.
Doğal olarak NATO (İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra) Sovyetler Birliği’nin yayılmacı emellerine karşı kurulmuş bir ittifaktır. NATO 1949 yılında 12 ülke tarafından kurulmuş, 1952 yılında ittifaka Yunanistan ve Türkiye de katılmıştır. Almanya’nın (o dönemde Batı Almanya) NATO katılması ise 1955 yılındadır. Almanya’nın NATO’ya dahil edilmesinden sonra (Sovyetler Birliğinin tepkisi olarak) Varşova Paktı da 1955 yılında kurulmuştur.
Uluslararası alanda 40 yıl kadar süren “Soğuk Savaş” NATO’nun zaferiyle bitmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin (Nazi Almanya’sından kurtarmak gerekçesiyle) işgal ederek ilhak ettiği (3 Baltık Ülkesi) ve komünist rejimler kurduğu (Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) tüm ülkeler (Sovyetler Birliğinin ve Varşova Paktının dağılmasından sonra) tekrar bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu ülkelerin tümü (Çekoslovakya Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak) bugün AB ve NATO üyesidir. Eski Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bağımsızlık kazanan ülkelerin üçü (Slovenya, Hırvatistan, Karadağ) de NATO üyesi olmuşlardır. Makedonya’nın üyeliği (isim sorunu nedeniyle) Yunanistan tarafından bugüne kadar engellenmiştir.
“Soğuk Savaş’ı” kaybeden tarafın Rusya (Sovyetler Birliği) olduğu çok açıktır. ”Soğuk Savaş’ın” bitmesinin en büyük galibinin ise (ABD değil) Almanya olduğuna inananların sayısı oldukça fazladır. Batı ve Doğu Almanya birleştiği gibi bugün Almanya Avrupa’da en güçlü ülke (AB’nin öncü ülkesi) durumuna gelmiştir. Trump’ın bu tabloya baktığı ve “Soğuk Savaş’ın” esas “yükünü” çeken ABD’nin savaştan hangi “kazançlarla” çıktığını değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Dış politika açısından bakıldığında Trump’ın “yeniden büyük Amerika” sloganının arkasında bu düşünce ve hesapların varlığını görmek mümkündür.
Başkan Trump’ın ABD’nin (masrafları ABD tarafından karşılanan) Almanya’da hala bulundurduğu 35 bin kadar askerin neye hizmet ettiğini, NATO’nun yeni oluşturduğu “Avrupa Caydırıcılık Girişiminin” amacını sorguladığı, çeşitli konularda (İran Nükleer Anlaşması gibi) AB’nin Vaşington’u karşısına alan “bağımsız” politikalarının Trump Yönetiminde rahatsızlık yarattığı izlenmektedir.
Paylaş