Paylaş
Bugün baktığımızda Suriye halen Türk dış politikasının en önemli sorunu olarak ortaya çıkıyor. Suriye’de 8 yıla yaklaşan bir süredir devam eden savaş Türkiye için, sığınmacılar sorunu ve sınır güvenliği dahil, (çözümü gereken) bir çok zor durumu ortaya çıkartmış vaziyette. Doğu Akdeniz’de Kıbrıs sorunu zaten sürüyor ve Kıbrıs Rumları Kıbrıs Türklerini tam eşit bir ortak olarak kabul etmeden Kıbrıs’ta çözüm imkanı yok. Doğu Akdeniz’de deniz tabanında bulunan hidrokarbon yatakları Doğu Akdeniz’in paylaşımını da ciddi bir sorun haline getirmiş durumda.
Ankara için güneyde Suriye, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz sorunları devam ederken şimdi de kuzeyde Karadeniz’de Rusya-Ukrayna krizinin tırmanması ihtimali dış politika açısından yakından dikkatle izlenmesi gereken bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Ukrayna’nın Rusya ile Batı (ABD ve Avrupa Birliği) arasında giderek daha fazla sürtüşme alanı haline gelmesi, NATO’nun dikkatinin Karadeniz’e çevrilmesi Ankara’da tedirginlik yaratan bir durum.
Türkiye’nin Rusya ile yoğun ekonomik bir işbirliği bulunuyor. Türk ve Rus ekonomileri birbirlerini tamamlıyor ve bu temelde Türkiye-Rusya ekonomik bağları giderek büyüyor. Türkiye’nin Suriye’de Rusya ile yakın bir işbirliği var. Astana Süreci Suriye sorununa siyasi bir çözüm bulunması için önemli. Ankara ve Moskova için iki ülke arasında kurulan ekonomik ve siyasi ilişkiler giderek önem kazanıyor.
Ankara için ABD ve Almanya ile ilişkiler de büyük bir öneme sahip. Her ne kadar Ankara-Vaşington ve Ankara-Berlin ilişkilerinde ciddi ve çözüm bekleyen sorunlar bulunsa da ne Ankara ne de Vaşington ve Berlin’in bu ilişkileri tamamen tehlikeye atmak istemedikleri ortada. Türkiye-ABD arasında, ABD’nin Suriye politikası aralarında olmak üzere, çözümü gerekli sorunlar bulunuyor. Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump arasında işleyen bir diyalog ve görüşme süreci yaşanıyor. Aynı şekilde Ankara-Berlin hattında, mevcut sorunlara rağmen, işleyen bir diyalog ve son aylarda bir normalleşme süreci devreye sokulmuş gibi.
Ankara’nın Karadeniz’deki Rusya-Ukrayna gerginliğinin büyümesi ve daha da tırmanması ihtimaline Moskova, Vaşington ve Berlin’le ilişkiler pencerelerinden baktığına şüphe yok. Karadeniz’deki tırmanmanın ve istikrarsızlığın büyümesi Rusya-Batı ilişkilerinin daha da kötüleşmesi anlamına geliyor ki bu da Ankara için arzulanan bir gelişme olmayacak.
Bu çerçevede Türkiye’nin Kerç Boğazı krizine ilk tepkisi Ankara’dan Moskova ve Kiev’e sağduyu çağrıları gelmesi şeklinde oldu. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kerç Boğazı krizi üzerine Rusya Devlet Başkanı Putin, Ukrayna Cumhurbaşkanı Poroşenko, ABD Başkanı Trump ile telefonla görüştü, Türkiye’nin krizin çözümü konusunda arabuluculuğu gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın G-20 Zirvesi sırasında Buenos Aires’te yaptığı görüşmelerde Ukrayna-Rusya krizinin de gündemde olduğuna şüphe yok.
Buenos Aires’te gerçekleşen Merkel-Putin görüşmesinde yapılacağı açıklanan Rusya, Ukrayna, Almanya ve Fransa 4’lü toplantısına Türkiye’den hemen destek gelmesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Ankara’nın 4’lü toplantıyı Rusya ile Ukrayna arasındaki ilişkileri normalleştirebilecek, bu şekilde Karadeniz’deki gerginliği azaltabilecek bir adım olarak gördüğü açık.
Kerç Boğazı krizinden sonra Ukrayna Cumhurbaşkanı Poroşenko’dan gelen NATO’nun Azak Denizi’nde sürekli savaş gemileri bulundurması çağrısının Ankara’da destek bulduğunu söylemek ise zor. Ankara’nın Kerç Boğazı krizinin NATO ile Rusya arasında doğrudan bir sorun haline dönüşmesini istemediğini tahmin etmek mümkün. NATO’nun Rusya ile doğrudan bir çatışma ortamına sürüklenmesinin Karadeniz’deki istikrarsızlığı daha da büyütecek bir etki yapacağı açık.
Bu bakımdan hem Almanya’nın Rusya ve Ukrayna’yı “sağduyuya” ve Kerç Boğazı krizini büyütmemeye çağıran açıklamalarının, hem de NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’den gelen Ukrayna’yı destekleyen ancak krize doğrudan katılmaya niyeti olmadığını gösteren açıklamaların Ankara’da rahatlık yarattığını da söylemek mümkün. Ankara’nın bu hafta Brüksel’de yapılacak NATO Dışişleri Bakanları Toplantısında da konuyu yakından izleyeceği görülüyor.
Türkiye açısından Ukrayna-Rusya çatışmasının ve Karadeniz’deki gerginlik ve çatışmanın Boğazlar rejimiyle ilgili bir yönünün de olduğu açık. Ankara’nın Karadeniz’deki gerginliğin artmamasını istemesinin bir nedenin de Montrö Sözleşmesiyle ilgili tartışmaların yeniden açılmasını istememesi olduğunu tahmin etmek zor değil.
Türkiye Montrö Boğazlar Sözleşmesinin devamından yana. Rusya da bu konuda Türkiye’yi destekleyen bir tutum içinde görülüyor. ABD ise Montrö Sözleşmesinden pek memnun değil. Sözleşmenin uygulanması ABD’nin Karadeniz’de sürekli kalmasını engelliyor.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi 1936 yılında imzalanmış; Montrö Lozan Anlaşmasına ek 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesinin yerini almıştır. Montrö ile Lozan Boğazlar Sözleşmesinin getirdiği Boğazlar bölgesinin askerden arındırılması, Boğazlar Komisyonu gibi Türkiye’yi sınırlandıran hususlar ortadan kalkmış, Türk Boğazları (İstanbul ve Çanakkale Boğazları) üzerindeki Türkiye hakimiyeti tam olarak kurulmuştur.
Türkiye’nin Lozan Boğazlar Sözleşmesindeki sınırlamalardan kurtulması ve Montrö Sözleşmesinin imzalanabilmesi ancak 1936 yılında 2. Dünya Savaşı’nın yaklaştığı, Dünya’nın büyük bir savaşa sürüklendiği Faşist İtalya ve Nazi Almanya tehlikesinin giderek arttığı uluslararası bir ortamda mümkün olabilmiş. 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Anlaşması’nın tarafları Bulgaristan, Romanya, Sovyetler Birliği, Fransa, İngiltere, Avusturalya, Yunanistan, Japonya, Yugoslavya ve Türkiye.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi barış dönemlerinde ticari gemiler için tam bir serbest geçiş özgürlüğü getiriyor. Buna karşılık Montrö’nün savaş gemileri için getirdiği geçiş rejimi oldukça kısıtlayıcı. Montrö’de her şeyden önce Karadeniz’e kıyıdaş ve kıyıdaş olmayan ülkeler ayrımı var. Montrö Karadeniz’e kıyıdaş olan ülkelere (Boğazlardan geçişte) daha fazla haklar tanıyor. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemileri için Montrö ile getirilen kısıtlamalar çok daha fazla.
Montrö, savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi için Türkiye’nin güvenlik gereksinimlerini de dikkate alıyor. Ön bildirim şartı getiriyor. Kıyıdaş ülkeler savaş gemileri 8 gün, kıyıdaş olamayan ülkelerin ki ise 15 gün önceden bildirimde bulunarak Boğazlardan geçebiliyor. Kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemileri için getirilen tonaj ve süre sınırlamaları var. Bu ülkelerin savaş gemileri amacı ne olursa olsun Boğazlardan geçiş yaptıktan sonra Karadeniz’de en fazla 21 gün kalabiliyorlar.
Montrö’ye göre ancak Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin denizaltıları, o da gündüz ve su üstünden, tek olarak Boğazlardan geçebiliyorlar. Montrö’ye göre uçak gemilerinin Boğazlardan geçişine ise izin verilmiyor. Türkiye’nin savaş tehlikesi tehdidi hissettiği durumlarda alabileceği ek önlemler var. Türkiye’nin savaşta olduğu zamanlarda Boğazları tamamen kapatma imkanı da Sözleşmede bulunuyor.
Rusya Montrö Sözleşmesine taraf, ABD ise değil. Karadeniz’e kıyıdaş ülke olmaması nedeniyle Montrö’nün ABD savaş gemileri için getirdiği kısıtlamalar çok daha fazla. Bu çerçevede ABD’nin Montrö Sözleşmesiyle ilgili sıkıntıları olduğu biliniyor. Türkiye ise Montrö’nün bugün için de ihtiyaçları karşıladığını, Karadeniz’deki istikrara katkı yaptığını ve yürürlükte kalması gerektiğini düşünüyor.
Türkiye her ne kadar Rusya’nın Kırım’ı işgalini tanımıyor, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü destekliyor ve Rusya’nın Ukrayna üzerindeki baskısını hoş karşılamıyorsa da, Kiev’in diğer ülkeleri soruna doğrudan karışmaya ve Karadeniz’de askeri gemi bulundurmaya davet eden çağrılarının Ankara’da olumlu yankı bulmadığı ortada.
G-20 Buenos Aires Zirvesi marjında katılımcı ülke liderleri arasında gerçekleşen ikili görüşmelerde gündemde olan bir konu da muhakkak ki Kaşıkçı cinayetiydi. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Salman’ın ülkesini G-20 Zirvesinde temsil etmesi konunun Buenos Aires’te de gündemde kalmasını sağladı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile Prens Salman arasında ayaküstü konuyla yapılan ve kameraların tespit ettiği konuşma büyük ilgi çekti ve tartışıldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Buenos Aires’te yaptığı basın toplantısındaki ifadeleri Türkiye’nin Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı cinayeti ile ilgili olarak Türkiye ile yaptığı işbirliğinden memnun olmadığını ve soruşturmaya uluslararası bir yön vermeyi düşündüğünü ortaya koyuyor. Buenos Aires’te Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Veliaht Prens Salman arasında bir görüşme de gerçekleşmedi. Halbuki basında Suudi tarafından görüşme isteği geldiği, hatta saat bile verildiği haberleri yer almıştı.
Kaşıkçı cinayeti soruşturmasına uluslararası bir yön verilmesi konusu esasen bir süreden beri gündemdeydi. Türkiye Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun kısa bir süre önce gerçekleştirdiği New York ziyaretinde konuyu BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ile yaptığı görüşmede de masaya getirdiği biliniyor. Guterres de konunun bir BM üyesi ülke tarafından BM’ye getirilmesi gerektiğini, bundan sonra örgütün gereğini yapmak için harekete geçeceğini ifade ediyor.
Türk basınında konuyla ilgili olarak yer alan haberler BM’nin Mavi Marmara baskınıyla ilgili olarak kurduğu soruşturma komisyonu ve hazırladığı raporun akıllarda örnek olarak bulunduğunu gösteriyor. Konuyla ilgili olarak yazdığım ilk yazılarda da işaret ettiğim gibi, BM’nin Lübnan’da Başbakan Refik Hariri’nin 2005 yılı Şubat ayında bir suikast sonucu öldürülmesi olayını araştırmak için kurduğu komisyon da bir örnek olarak alınabilir. Hariri cinayetiyle ilgili olarak BM tarafından kurulan bu Komisyon o dönemde Suriye ve Esad rejimi üzerinde büyük bir baskı kurulmasını ve suikastla ilgili gerçeklerin bir ölçüde de olsa ortaya çıkartılmasını sağlamıştı.
Bununla birlikte daha önce de işaret ettiğim gibi, BM’nin Kaşıkçı cinayetini incelemek üzere bir Komisyon kurması için BM Güvenlik Konseyi’nin bir kararına ihtiyaç duyulacaktır. ABD ve Rusya’nın mevcut tutumları çerçevesinde Kaşıkçı cinayeti konusunda araştırma komisyonu kuran bir kararın Güvenlik Konseyi’nden çıkması çok zor görülmektedir. Böyle bir karar çıkması durumunda Türkiye kurulacak araştırma komisyonu ile işbirliği yapacağını zaten açıklamıştır. Suudi Arabistan’ın ise böyle bir komisyona karşı olduğu bilinmektedir. Ancak Riyad’ın kurulacak bir komisyonla iş birliği yapmaması da Riyad üzerindeki baskıyı büyük ölçüde arttıracaktır.
Paylaş