Paylaş
Buenos Aires Zirvesi bitiminde, her sene olduğu gibi, bir sonuç bildirisi yayımlandı. Daha önceki konuyla ilgili yazılarımda da vurguladığım gibi, G-20 temelde küresel ekonomik işbirliğini hedef alan bir kuruluş. Arjantin Zirvesi Sonuç Bildirisi de, bu çerçevede, ekonomik ağırlıklı oldu. Zirve Sonuç Bildirisi’nde uluslararası ekonomik düzenin kurallara bağlı olarak sürdürülmesi üzerinde oluşan mutabakat yansıtılıyor.
Zirve Bildirisi’nde Paris İklim Anlaşması’nın aynen uygulanması ve Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) reforme edilmesi konuları yer alıyor. Bildiride (2015 yılında imzalanan) Paris İklim Anlaşması’nın “geri dönülmez olduğu” vurgulanıyor. Ancak ABD’nin Anlaşmadan çekildiği ve ABD’nin “çevreyi koruyarak” tüm enerji kaynaklarını en verimli şekilde kullanacağı da yer alıyor. Böylece Bildiri (Trump yönetimindeki) ABD ile Dünya arasındaki iklim değişikliği, küresel ısınma ve çevre konularındaki görüş ayrılığı açık bir şekilde ortaya koyuyor.
DTÖ’nün uluslararası ticareti düzenlemede yetersiz kaldığı ve ıslah edilmesi esasen ABD’nin savunduğu bir husus. DTÖ reformu konusunun Bildiriye girmesini Vaşington’un istediği anlaşılıyor. Esasen Buenos Aires Zirvesi’nin Dünya’da “ticaret savaşları” tehlikesinin giderek büyüdüğü bir zamana rastladığı da açık olarak görülüyor. Bu çerçevede ABD Başkanı Trump ile Çin Cumhurbaşkanı Şi Cinping arasında yapılan ikili görüşmenin (çalışma yemeğinin) sonuçları henüz tam açık değil. Uluslararası basında iki ülke arasında 90 günlük bir ticari “ateşkes” sağlandığı, böylece iki ülkenin “ticaret savaşlarının” büyümesinin engellenmesi (sorunların masada çözümü) için zaman kazandıkları bilgisi yer alıyor.
Doğal olarak (2018) G-20 Zirvesi’de uluslararası toplumun en fazla ilgisini çeken husus Zirve marjında yapılan ikili görüşmelerdi. Kimin kimle neyi görüştüğü hususu ve liderlerin basına verdiği görüntüler büyük ilgi topladı. Rusya Devlet Başkanı Putin ile Suudi Arabistan Veliaht Prensi Salman’ın (zirve aile fotoğrafı çekilirken verdikleri) samimi pozlar dikkatlerin toplandığı fotoğraf kareleri arasındaydı.
Zirve marjında Cumhurbaşkanı Erdoğan Buenos Aires’te önemli bir seri ikili görüşme gerçekleştirdi. Bunlar arasında Cumhurbaşkanının Trump, Putin, (İngiltere Başbakanı) Theresa May ve Şi Cinping ile yaptığı görüşmeler ön plana çıktı. Trump ve Putin ile yapılan görüşmelerde Suriye konusunun masadaki önemli konular arasında yer aldığı açıklandı.
G-20 Zirvesinde katılımcı liderlerin aklında olan diğer önemli bir sorun da mutlaka Rusya ile Ukrayna arasında hızla tırmanan gerginlikti. Esasen Rusya-Ukrayna çatışmasının geçmişi 4 yıl öncesine, Petro Poroşenko’nun 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasına ve Ukrayna Cumhurbaşkanlığı görevine gelmesi uzanıyor. Hatta çatışmanın temellerini daha öncelere kadar uzatanlar da var.
Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılması Dünya siyasi tarihinde çok önemli bir olay ve hatta bir dönüm noktası olarak tanımlanıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra patlak veren Soğuk Savaşı Batı’nın ve NATO’nun kazanmasının sonuçları bugün uluslararası sistemde ve Avrupa’da çok açık şekilde görülüyor.
Bugün Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan 15 ülkeden 3’ü (Estonya, Letonya ve Litvanya) hem NATO, hem de Avrupa Birliği (AB) üyesi. Varşova Paktı’nın dağılmasıyla Rusya etki alanından çıkan ülkelerin tamamı da (Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) NATO ve AB üyesi yapılarak Batı Avrupa’ya siyasi ve ekonomik açıdan bağlanmış durumdalar.
Soğuk Savaşı kaybetmesinin Rusya için en büyük önemli sonuçlarından birinin Doğu Almanya’nın kontrolünün kaybedilmesi ve Almanya’nın (tekrar) birleşerek (yine) Avrupa’da çok güçlü bir ülke olarak ortaya çıkması olduğunu söylemek mümkün. Birleşmiş ve AB’nin lideri durumundaki Almanya’nın güçlenmesinin Rusya için önemli bir tedirginlik merkezi olduğunu tahmin etmek zor değil. Avrupa tarihinin 18, 19 ve 20. yüzyıllarda gelişmesi bize Avrupa ve Dünya siyasi tarihi açısından Rusya-Almanya ilişkilerinin (ve rekabetinin) önemini bütün açıklığıyla gösteriyor.
Soğuk Savaşı kaybetmesinin Rusya’nın Almanya karşısında 2. Dünya Savaşı sonrasında elde ettiği bütün kazanımları da kaybetmesi anlamına geldiği ortada. Moskova’nın, Doğu Almanya ve eski Varşova Paktı ülkelerini kaybetmesinden sonra, Almanya etki alanının tekrar doğuya doğru ilerlediğini, (1990’lı yıllara kadar) kendi etki ve kontrolü altındaki “tampon bölgenin” artık Almanya (ve Batı’nın) eline geçtiğini gördüğü muhakkak. Moskova’nın NATO ve AB’nin sınırlarının kendi topraklarına ve sınırlarına yaklaşmasından büyük bir endişe duyduğu açıkça izleniyor.
Rusya Putin’in iktidara gelmesinden sonra yeni bir atılım içinde. Putin, Rusya’yı tekrar süper bir güç yapmak isteğini esasen saklamıyor, Moskova’nın da Dünya’daki güç merkezlerinden biri olduğunu, uluslararası sistemin çok taraflı bir güç bölünmesi (çok kutuplu uluslararası bir sistem) içine girdiğini savunuyor. Rus dış politikasının temelinde Putin’in bu inancı ve bu durumu gerçekleştirme gayreti yatıyor. Rusya bu politik düşünce sistemi çerçevesinde Suriye iç savaşına müdahale ediyor, NATO ve AB’nin doğu Avrupa’da daha fazla genişlemesine ve NATO ile AB’nin sınırlarının daha fazla doğuya kendi sınırına gelmesine karşı çıkıyor.
Putin yönetimindeki Moskova’nın, Ukrayna’nın NATO ve (muhtemel) AB üyeliğine çok açık bir şekilde karşı çıkmasının arka planında yatan durum bu. Esasında 2014’den bu yana Ukrayna’da meydana gelen olaylar ve çatışma ortamı daha önce Gürcistan’da meydana gelen gelişmelerden fazla da farklı değil. Mihail Saakaşvili’nin 2004 yılında Gürcistan Cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra Rusya-Gürcistan ilişkilerinde yaşananlar hala hatırlarda.
Batı yanlısı ve Batı’yla bütünleşme politikalarını savunan Saakaşvili, 2004 yılında Gürcistan’ı NATO üyesi yapma politikası uygulamaya başlamıştı. Rusya ise Gürcistan içindeki etnik ve dini ayrılıkçı hareketleri desteklemiş, Güney Osetya ve Abhazya sorunları o dönemde büyümüş, Rusya Gürcistan’ın bu iki bölgesindeki ayrılıkçı hareketlere destek vermiş ve Güney Osetya ve Abhazya’yı (daha sonra) bağımsız devletler olarak tanımıştı.
Rusya ile Gürcistan arasındaki sorunlar ve gerginlik Tiflis’teki Saakaşvili iktidarı sırasında giderek ağırlaşmış, iki ülke 2008 yılında kısa bir savaş yaşamışlar, Rus kuvvetleri Güney Osetya ve Abhazya’da bazı bölgeleri işgal etmiştir. Rusya’nın askeri müdahalesi sonucu ayrılıkçı güçler Güney Osetya ve Abhazya’da üstün duruma geçmişler ve bu iki bölgenin Gürcistan’dan ayrılma gayretleri gerçekleşmiştir.
Güney Osetya ile Abhazya’nın hemen tamamı bugün Gürcistan’ın fiili kontrolü dışındadır. Bu iki bölgede kurulan devletler Rusya’dan sonra (aralarında Suriye, Nikaragua ve Venezuela’nın da bulunduğu) birkaç devlet tarafından tanındıysa da, uluslararası toplum bu bölgeleri Gürcistan’ın toprak bütünlüğü içinde kabul etmektedir.
Saakaşvili’nin Gürcistan Cumhurbaşkanlığı görevinden ayrılmasından sonra, Gürcistan Rusya’ya karşı daha dikkatli davranmaya başlamış, Saakaşvili 2015 yılında Gürcistan vatandaşlığından da çıkartılmıştır. Gürcistan’ın Rusya ile ilişkilerinde daha dikkatli olduğu son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de izlenmiştir. Kısa bir süre önce yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini Rusya ile Batı arasında daha dengeli bir politika izleyeceği düşünülen Salome Zurabişvili’nin kazandığı açıklanmıştır. Gürcistan’ın ilk kadın Cumhurbaşkanı olacak Zurabişvili, Fransa ile olan geçmişi ve bağlarına rağmen, seçim kampanyası sırasında Rusya’ya karşı çok daha dikkatli bir politika izleyeceği görüntüsünü vermiştir.
Ukrayna’daki olaylar ve gerginlik de Petro Poroşenko’nun, Batı yanlısı bir dış politika izleyeceği izlenimini verdiği bir seçim kampanyası sonucunda, 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasından hemen sonra patlak vermiştir. Poroşenko’nun, Ukrayna içinde bölgeler olarak aldığı oy oranlarına bakıldığında, seçimi Ukraynaca konuşan Batı ve Kuzey bölgelerinden aldığı oylarla kazandığı açıkça görülmektedir. 2014 Seçimlerinde Poroşenko’nun Rusça konuşanların çoğunlukta olduğu doğu eyaletlerinde ve özellikle Kırım’daki oy oranları % 50’nın hatta % 30 ve % 20’lerin altına düşmektedir.
Nitekim Poroşenko yönetimindeki Ukrayna’nın NATO üyeliği için ve AB ile işbirliği anlaşmaları imzalamak amacıyla harekete geçmesi üzerine Ukrayna’nın doğu vilayetlerinde ayrılıkçı hareketler hız kazanmış, ayrılıkçı ayaklanma kısa sürede bu bölgelerde iç savaşa dönüşmüştür. Kırım’da da Rusça konuşan ayrılıkçı hareket hemen hız kazanmış ve kontrolü ele geçirmiş, 2014’de yapılan referandumda Rusya’ya katılma kararı alındığı açıklanmış ve Kırım Rusya tarafından ilhak edilmiştir.
Moskova’nın Kırımı ilhak kararı uluslararası alanda büyük bir tepki yaratmış, ABD ile AB Rusya’ya karşı siyasi ve ekonomik bazı yaptırımları uygulamaya koymuşlardır. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı bugün de uluslararası toplum tarafından tanınmamaktadır. Batı Dünyasının (ABD ve AB’nin) Rusya’nın Ukrayna ve Gürcistan politikalarına gösterdiği tepkilerdeki farklılıklar da dikkat çekicidir. Batı ülkeleri Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi konusunu Rusya ile ikili ilişkilerinde bir sorun haline getirirken, Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesini fazla “önemsememiş”, konunun eski Sovyetler Birliği Dünyasını ilgilendirdiği gibi bir tutum almıştır. Bu durumun arka planında Almanya’nın Ukrayna ve Gürcistan’a verdiği “jeopolitik önemin” farklı olmasının yattığı düşünülmektedir.
Ancak Batı ülkelerinin Karadeniz’de Ukrayna için Rusya ile ciddi bir çatışmaya girmek niyetinde olmadığı da ortadadır. Kerç Boğazı açıklarında geçen hafta içinde patlak veren olaylardan sonra, Ukrayna’nın NATO’dan Azak Denizi’ne savaş gemisi göndermesi talebinin NATO’dan olumlu bir yanıt görmemesi bu durumu açıkça göstermektedir. Olaylardan sonra Almanya’dan gelen “sağduyu” çağrıları da bu duruma işaret etmektedir.
Karadeniz’deki Ukrayna-Rusya gerginliği ve çatışmasının Buenos Aires Zirvesi marjında yapılan Almanya Başbakanı Merkel ile Rusya Devlet Başkanı Putin görüşmesinde gündeme geldiği açıklanmıştır. Bu görüşmede Merkel’in Putin’i Rusya ve Ukrayna’nın yanında Almanya ve Fransa’nın da katılacağı 4’lü bir toplantıya ikna ettiği anlaşılmaktadır. Berlin’in bu 4’lü toplantının Karadeniz’deki Rusya-Ukrayna gerginliğini düşüreceğini, böylece çatışma ve askeri bir tırmanma ihtimalinin de azaltılacağını umduğu görülmektedir.
Paylaş