Paylaş
Kısa bir süre önce bir yazımı birçok ülkede halen devam eden sokak gösterilerine ayırmış, özellikle Irak ve Lübnan’da meydana gelen gelişmelere ve istikrarsızlığa bakmıştım. İran’da da huzursuzluğun giderek yayıldığı ve sokaktaki huzursuzluğun bu ülkede de Yönetim tarafından siyasi bir istikrarsızlık ve rejime karşı “başkaldırma” olarak algılandığı izlenmektedir.
Bir iki istisna dışında bu ülkelerde sokak gösterilerinin başlama sebebi ekonomidir; halkı sokağa döken sebepler zamlar, vergiler, gelir adaletsizliği, yaygın yolsuzluk gibi görünmektedir. Ancak göstericilerin başbakanın, hükümetin istifası, parlamento dışı yönetim, siyasi sistem değişikliği gibi istekleri sokak gösterilerine, kaçınılmaz olarak, “siyasi” bir yön kazandırmaktadır.
Bu ülkelerde sokak gösterileri “dış” müdahale, ülkedeki siyasi istikrarsızlığın dıştan desteklendiği ve körüklendiği tartışmalarına da yol açmaktadır. Irak’daki istikrarsızlıkta Vaşington Tahran’ı, Tahran ise Vaşington’u suçlamakta; iki taraf da bir diğerini Irak’ı “karıştırmakla” suçlamaktadır.
İran’daki son gösteriler de petrol ürünlerine yapılan aşırı zamlarla başlamış, Tahran’dan hemen hemen bütün ülkeye yayılmıştır. Sokak gösterilerinde can kaybı yaşanması, gösterilerin şiddetini ve yaygınlığını ortaya koymaktadır. Gösterilerdeki can kaybının resmi rakamların oldukça üstünde olduğu iddia edilmektedir.
Tahran’daki yönetim başlangıçtan itibaren sokak gösterilerinin arkasında İran rejimini devirmek isteyen “güçlerin” bulunduğunu iddia etmiş; İran Dini Lideri Hamaney ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani petrol zammını savunmuşlar ve geri alınmayacağını belirtmişlerdir. Hamaney göstericileri “haydutlar” olarak nitelendirmiştir.
İran Dini Liderinin sokak gösterilerinin rejim karşıtları ve İran düşmanları tarafından düzenlendiğini belirtmesi ve eski İran Şahı’nın ailesini ve Halkın Mücahitleri Örgütünü işaret etmesi ilginçtir. Hamaney’in bu ifadelerinden sonra İran Meclisi’nde bulunan ve petrol zammını geri alan bir kanun teklifi de geri çekilmiştir.
İran’ı gerçekten kimin yönettiği tartışılan bir konudur. İran’da yönetimin Cumhurbaşkanının değil Dini Liderin elinde olduğu, iç politika kadar dış politikaya ait tüm kararlarda da son sözün Dini Lider tarafından söylendiği izlenmektedir.
Şimdiki Dini Lider Ali Hamaney, 1989 yılından beri bu görevdedir. İran’da aralarında Devrim Muhafızları Başkanı, Yargı Başkanı, İran Polis Müdür ve İran Ordusu Genel Kurmay Başkanı da olmak üzere önemli mevkilerde bulunan bütün bürokratlar Cumhurbaşkanı değil Dini Lider tarafından atanmaktadır. Dini Liderin İran’da yürütme, yasama ve yargı üzerindeki kontrolü tamdır.
İran’daki siyasi yapı Dini Liderin rejime bağlı bir kişi tarafından seçilmesini de garanti altına almıştır. Dini Lideri seçecek olan Uzmanlar Meclisi Koruyucular Konseyi tarafından oluşturulmakta; Koruyucular Konseyi’nin üyeleri ise Dini Lider tarafından atanmaktadır. Bu durumda Dini Lider kendisinden sonra bu makama gelecek, İran’ı yönetecek kişiyi de seçmek imkanına sahiptir
Dini Lider rejimin kurduğu siyasi yapı vasıtasıyla Cumhurbaşkanlığı’na, Meclis’e seçilecek tüm adayları kontrol edebilmekte; rejim için “tehlikeli” sayılabilecek adaylar zaten başlangıçtan elenmekte, seçimlere girmeleri engellenmektedir. İran Dini Lidere fiiliyatta gücünü kazandıran en önemli unsur İran Devrim Muhafızları’nın tamamıyla kendisine bağlı olmasıdır.
Rejimin içte ve dışta korunmasıyla görevli 150 bin aktif personelden oluşan İran Devrim Muhafızları Ordusunu sadece askeri bir güç olarak görmemek de gerekmektedir. İran Devrim Muhafızları İran ekonomisi içinde de bulunmaktadır. İran ekonomisinin önemli bir bölümü Devrim Muhafızları Ordusu’na ait olup, ekonomiyle ilgili birçok karar da bu kuruluş içinde alınmaktadır.
Dış ekonomik yaptırımların ağır baskısı altındaki İran ekonomisi bugün ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. ABD, Başkan Trump’ın 2018 Mayıs ayında İran Nükleer Anlaşmasından çekilme kararından sonra, İran’a karşı ağır siyasi ve ekonomik yaptırımlar uygulamaya başlamış; diğer ülkeleri de bu (ekonomik) yaptırımlara uymaya zorlamıştır.
İran ekonomisinin, ABD ekonomik yaptırımlarının baskısı altında, 2018 yılında % 4,9 küçüldüğü belirtilmektedir. İran ekonomisindeki küçülmenin 2019 yılında % 8,7 oranında olacağı tahmin edilmekte; İran para biriminin dolar karşısında değer kaybetmesi önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. ABD ekonomik yaptırımları İran ekonomisinin ihracat ve ithalat yapmasını önlemeyi hedef
almakta; İran bankacılık ve petrol sektörü yaptırımlardan büyük ölçüde etkilenmektedir.
ABD’nin İran üzerindeki artan baskısının ana hedefi İran’ın nükleer programının engellenmesi olarak açıklanmıştır. İran, Şah döneminden 1950’lerden bu yana, nükleer bir program yürütmektedir. Esasında İran bu dönemlerde nükleer programına ABD’nin teknik yardımı ile başlamıştır. 1979 yılında İran’daki rejim değişikliğinden sonra ABD yardımı kesilmiş, Fransa bir süre ABD’nin yerini almış, İran nükleer programını daha sonra Rusya’nın yardımı ile sürdürmüştür.
İran, nükleer programının askeri bir yönü olduğunu, nükleer bomba üretme niyeti bulunduğunu başlangıçtan itibaren kabul etmemektedir. İran, nükleer programının tek amacının nükleer enerjiyi barışçı amaçlarla kullanmak olduğu konusunda halen ısrarlıdır. İran 1970 yılında Nükleer Silahların Yayılmasının Engellenmesi Anlaşmasına da taraf olmuş, nükleer tesislerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimine açmıştır.
Ancak, İran’ın 1990’lı yıllardan başlayarak nükleer programı ile ilgili hususları ve nükleer tesislerini saklama gayretleri uluslararası toplumda şüpheleri arttırmıştır. Uluslararası toplumda İran’ın nükleer programının askeri bir yönü bulunduğu ve İran’ın nükleer silah üretmek istediği yönünde yaygın bir inanç bulunmaktadır. 2000’lı yıllardan sonra uluslararası toplumun İran’ın nükleer silah üretmesinin engellenmesi yönündeki baskısı ve çalışması artmıştır.
Başlangıçta Türkiye de bu çalışmalarda aktif bir rol oynamış; sonuçta İran’ın nükleer silah üretmesini engelleyeceğine inanılan bir Anlaşma 14 Temmuz 2015 tarihinde BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesi ve Almanya ile İran arasında imzalanmıştır. Avrupa Birliği de bu Anlaşmaya katılmıştır.
Bununla birlikte başlangıçtan itibaren İsrail Başbakanı Netanyahu İran Nükleer Anlaşmasına karşı çıkmış; daha sonra Başkan Trump da Anlaşma aleyhindeki kampanyaya katılmıştır. ABD’nin 2018 yılı Mayıs ayında Anlaşmadan resmen ayrılması ve İran’a yeniden yaptırımlar uygulamaya başlamasıyla tekrar 2015 Temmuz ayı öncesi duruma dönülmüştür.
Trump Yönetimi bugün İran politikasının temel hedefinin Tahran’ı müzakere masasına oturtmak, bu kez İran’a nükleer programının önünü tamamen kesecek bir anlaşma imzalatmak olduğunu söylemektedir. Vaşington’a göre Tahran’a zorla kabul ettirilecek bu yeni anlaşma (sadece nükleer konularla sınırlı
kalmayacak) İran’ın füze programı ile Tahran’ın (ABD’ye göre saldırgan ve yayılmacı) bölgesel politikalarını da kontrol altına alacaktır.
ABD’nin ne istediğini ve masada bu kez nükleer programı yanında füze programı ve bölgesel politikalarının da olacağını Tahran’ın gayet iyi anladığı ortadadır. Tahran bu şartlarda ABD ile görüşmeyi kesinlikle reddetmekte; iki ülkenin masaya oturması için her şeyden önce Vaşington’un İran’a uyguladığı siyasi ve ekonomik yaptırımların kaldırılmasını şart koşmaktadır.
ABD dışında İran Nükleer Anlaşmasının diğer imzacıları (Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin) kendilerini Nükleer Anlaşma ile bağlı saymaktadır. Bununla beraber, ABD’nin baskısı altında, bu ülkeler de kendilerini İran’a yaptırım uygular veya Nükleer Anlaşmanın ekonomik bölümlerini dikkate alamaz bir durumda bulmuşlardır. ABD’nin baskıları karşısında Nükleer Anlaşmanın işlememesi üzerine İran da Nükleer Anlaşmanın İran’ın uranyum zenginleştirmesini sınırlandıran maddelerini zaman içinde uygulamadan kaldırmaktadır.
Vaşington’un kabul etmemesine karşılık, Trump Yönetimi’nin İran’da bir rejim değişikliği peşinde olduğuna inananların sayısı oldukça fazladır. Vaşington’un İran’da rejim aleyhtarlığına dönüşen halk hareketlerini desteklemesi Tahran’da Trump yönetiminden duyulan şüpheleri arttırmakta; İran ve ABD’nin arasındaki güvensizliği çok yüksek noktalara taşımaktadır.
Vaşington’un İran’daki teokratik rejime karşı desteklediği unsurlar arasında, 1980 yılında hayatını kaybeden, devrik Şah’ın halen ABD’de yaşayan büyük oğlu Rıza Pehlevi gelmektedir. İran Dini Liderinin son sokak gösterileri nedeniyle Rıza Pehlevi’yi suçlaması ve İran’daki rejim aleyhtarı gösterilerin arkasında 1979’da iktidardan uzaklaştırdıkları Şah’ın ailesini araması ilginçtir.
Şah ailesi dışında ABD’nin desteklediğine inanılan İran karşıtı örgütler de bulunmaktadır. Bunların başında Halkın Mücahitleri Örgütü gelmektedir. Bu gördük 1965’lerde İran Şahına karşı mücadele amacıyla kurulmuştur. Hatta bu örgütün Şahın devrilmesi için 1979 yılında Humeyni ile birlikte bile hareket ettiğine inanılmaktadır. Ancak Tahran’da kurulan Humeyni rejimi ile Halkın Mücahitleri Örgütü arası kısa zamanda bozulmuş, bu örgüt uzun bir zaman Tahran’a karşı Saddam Hüseyin Irak’ı tarafından desteklenmiştir.
2003 ABD işgalinden sonra Irak, Şii yönetimi altına girmiş; Halkın Mücahitleri de Irak’ta terörist örgüt olarak ilan edilmiştir. Batı ülkelerinin de Halkın Mücahitleri
Örgütüne bakışı inişli çıkışlıdır. Bugün Vaşington’un Halkın Mücahitleri Örgütüne destek verdiği, İran nükleer programına dair bilgilerin ise ABD’ne bu örgüt tarafından sağlandığı iddiaları bulunmaktadır.
Vaşington’un İran da etnik azınlık olarak ilk lisan olarak Kürtçe ve Arapça konuşan etnik gruplarla da ilgilendiği bilinmektedir. PKK’nin İran uzantısı olarak tanınan PJAK ile Vaşington’un temaslarının 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra yoğunlaştığı tahmin edilmektedir. İran’da Huzistan ve Beluçistan vilayetlerinde ayrımcı saldırılar düzenleyen Ahvaz ve Buluçistan Kurtuluş Orduları gibi örgütler de büyük ihtimalle yabancı güçlerin ilgi alanı içindedir.
İran menfaatlerini hedef alan bu örgütler içinde yer alan Ahvaz Kurtuluş Ordusu İran’ın güneybatısında Huzistan vilayetinde Arapça konuşan etnik grupların bağımsızlığı için mücadele vermektedir. Geçmişte Saddam Hüseyin Irak’ı tarafından desteklenen bu örgütün eylemleri sırasında çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir. Bugün de ABD yanında İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin İran karşıtı bu örgütlerle “ilgilendiklerine” işaret edilmektedir.
İran’ın nükleer programı konusundaki ısrarı ve Arap ülkelerinde yer alan Şii gruplarla ilişkileri, Şiilik üzerinden yürüttüğü dış politikası ve bölgede nüfuzunu arttırmak için kullandığı taktiklerin Orta Doğu’da ciddi bir çatışma zemini yarattığı ve bunun sonuçta Orta Doğu’yu ve İslam Dünyasını böldüğü üzerinde durulan bir husustur. Bugün İran birçok Arap ülkesinde Yemen’den Bahreyn’e, Irak’tan Lübnan ve Suriye’ye çatışma ve savaşların içinde bulunmakta, mezhep bölünmesi üzerinden savunduğu hususlar bir ülkeden diğerine de farklılık göstermektedir.
Önümüzdeki dönemde İsrail, Suudi Arabistan ve İran arasındaki bölgesel mücadelenin giderek artacağı, Vaşington’un İran karşıtı politikalarının bölgedeki bu mücadeleyi daha da derinleştireceği tahminleri yapılmakta; bu çerçevede bölgede istikrarın daha da bozulması kaçınılmaz görünmektedir.
Paylaş