Sirop!

Geceboyu tavanı seyredip duruyorum. Kenarını, köşesini ölçüp biçiyorum. Metrekareye, santimetre kareye çarpma-bölme yapıyorum. Çünkü sırt üstü yatmaktayım. Oysa, ben yan yatmaya alışığım. Kakılık siropun ince iğnesi ve boruları koluma dolandığı için yan yatamıyorum. Arada bir parmaklarımda olmayan sigaramı dudaklarıma götürüp olmayan dumanlarımı derin derin içime çekiyorum.

Kafamı yine siropa taktığım için onun adını bulup çıkaramıyorum. Sirop değildi neydi? Siroz, o hastalıktı... Saroz körfezi de hiç değildi... Yarım saat sonra gece hemşiresini çağırıyorum.

‘‘Siropun adı neydi?’’

‘‘Serum.’’

‘‘Teşekkür ederim.’’

Çabuk çabuk serum serum serum diyorum. Ama iki dakika sonra serumu kaçırıyorum ve sirop demeye başlıyorum.

Günlerdir aklıma getiremediğim bir alay sözcüğü sorup soruşturup yazıyorum. Ben, inatçı biriyimdir. Uçup giden sözcükleri defter dolusu hırsla kaydediyorum. Neredeyse Ali Püsküllüoğlu'nun sözlük kitabına yaklaştım. Yazma kısmı iyi de okuma kısmı kötü. Yazdıklarımı okuyamıyorum ki... Yine hemşire kızları çağırıyorum. ‘‘Onun adı neydi, bu nece okunurdu?’’ diye soruyorum. Onlar da sabırla bana yazdıklarımı tek tek okuyorlar. Aramızda kalsın, pek dinlediğim yok. Çünkü, Mevlam tümünü birbirinden güzel yaratmış. Acep, cennette hurilerle konuşmam gerekli mi diye düşünüyorum.

Ama o hurilerin gözlerine mayışıp ve dalgaya düşüp postu en azından 40 kez deldiriyorum. İğnelerin biri iniyor, biri kalkıyor, süzgece dönmüşüm ki haberim yok.

Gece boyu kendi kendime karşı hır çıkardığım için uyku tutmuyor. Doktorcu dostlarım, beni bebek gibi bakıyorlar... Emziriyorlar, yediriyorlar, içiriyorlar, sırtıma patpatlayıp gazımı çıkarıyorlar...

Gerçekten ‘‘Buguv... Gıplık... Büvv!’’ gibisinden ses çıkardığım için insan kendini bebek gibi sanıyor. Örneğin, yabancı turist ‘‘Hav ken ay go tu Ayasofya?’’ diye sorunca hepimiz ‘‘Var sen gitmek nah bu yola... Soona var yürü Ayasofya koca cami var iki minare’’ diye can havliyle bebek turiste yardıma koşuştururuz ya...

Doktorcuğumlar, uyusam da büyüsem tıpış tıpış yürüsem diye ninni söylemedikleri için medeni uyku ilaçları yutturuyorlar. Ama gayri medeni şekilde okkayla rakı içen biri için medeni bir uyku ilacı pek derman etmiyor. Ama hafiften de kafayı buluyor adam. Yatakta ayak kavgası başlıyor. Benim sağ ayağım yatağın içindeyken aynı anda yatağın dışında ne arıyor?.. Sol ayağımın tabanı kaşınırken aynı sol ayağım kendi tabanını nasıl kaşıyor?

Sonunda iki değil dört ayağım olduğuna karar veriyorum. Yani benim de Bekir'in itleri gibi dört ayağım varmış demek. Ben de ağzımı bozuyorum. Ama ağzımın bozulduğuyla kaldım. Benim o güzelim püsküllü, meyaneli, hicazkár buseli, okkalı küfürlerim hallaç tosuruğu gibi güme gitti. Onca anlamsız fosurtulu, şulupurlu lafın sonunda ancak ....ittiğiminin cümlesini söyleyebildim.

Yemin ederim, aslında ben ağzı bozuk biri değilimdir. Hatta, bizde aile terbiyesi gereği adamın ağzına biber sürerler. Kazayla kapıya çarpsan evde kimse yokken bile kapıya, ‘‘Pardon... Afedersin...’’ dersin. Ama beni o güzelim havalar mahvetti ve memleketimin meseleleri ağzımı bozdurdu.

Bebekler gibi bülübülü konuşmayıp debelendikçe küfredemiyorum. Türk Milleti'nin çaresizliğinin tek cankurtaranı küfretmektir. Artık onu bile beceremiyorum.

Hastane odamda yalnız kaldıkça küfür temrini ve talimi yapıyorum. Ama bir türlü lafları okkalayamıyorum. O zaman da el ve işaret hareketlerine başvuruyorum. Siroplu kolumun bileğini diğer elimle kavrayıp yumruğumu duvarlara doğru aşağı-yukarı sallıyorum. Aslında küfürler kendime... Adam gibi grip ol, verem ol, kanser ol... Yani adam gibi hasta ol... Ne halt etmeye ucube hastalıklarla kekele mekele uğraşmak senin neyine?..

Bir gün tam en ayıpçı el işaretlerimi yaparken odamın kapısı şırrak diye açıldı, doktor dostlarım tam takım olarak odaya girdiler. Ben de Karagöz oynatır gibi bileğimi tutup yumruğumu aşağı yukarı oynatmaya çabalıyordum. İnsan hem kırmızıya kesiyor, hem terliyor.

‘‘Sizin eczanede mahcubiyet ilacı var mı acaba?’’ diye sormak istedim, ama lüfük diyebildim ancak...

Yüce Mevlam, bir şaplak attı ki beni hizaya getirdi dedim. Bunca yıldır yılan dilini ona buna daldırıp sokarsan, lafın tokmacını adamın tepesine vurursan adamı işte böyle yaparlar dedim. Geceler boyu durdum durdum, ama yine de tövbe diyemedim. Tövbeler olmadan yazıp çizemem ki.

*

Doktor Deniz Şener, şen şakrak mavi gözleri, boylu-boslu ve kırklarında bir delikanlıydı. Sanki Bulgaristan'ın Şumnu köyünden Koca Yusuf kesimli bir pehlivandı.

‘‘Haydaaa bre koca pelvaan!..’’ diye naralanıp çapraz dalıp, paça kasnak dalmayı gönlümden geçiriyorum. O sakin ve babaç hekimliğiyle,

‘‘Hastanede Aziz Nesin Usta'yla beraberdik. Üst üste enfarktüs geçiriyordu. Sağ eli tutmayınca sol eliyle çabalamaya çalışıyordu. Siz de bir gün yazacaksınız’’ diye beni teselli ediyordu.

Ben de ‘‘Zübücük!’’ dedim. Yani,

‘‘Bende o büzük neredee?’’ demeye çalıştım.

*

Hastanede kesilmiş, biçilmiş, canıyla didinmiş hastalarla bir aradaydım. Enayi bir pıhtı dilimi lál edip beni mahcup etti.

Hani,

‘‘Lál edip söyletme yad etme!..’’ diye türküler vardır ya... Kaderde benim de dilimi eşek arısı soksunmuş.

Benim inmeli, sarkaklı enfarktüsüm en az altı ayda çiçeklenip yeşerirmiş. Yani düzelirmişim. Ben de artık yazamıyorum diye istifa ettim diyerek gönül rahatlığıyla hastalık keyfimi çıkarıyordum. Ama Ertuğrul ve Neyyire patroncuğumlar maaşımı kesmediler. Bu nasıl bir alçaklık!.. Zorunlu olarak tam üç haftadır abuk sabuk lafları, bir düzene koymaya çabalıyorum. Kan ter içinde paramı ödemeye uğraşıyorum. Ama sizlere yine borçlu kaldım sanıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları