Paylaş
Sizinki de hayat mı yani?
‘‘Şu gençlerin haline bakıyorum da içim acıyor. Saç sakal birbirine karışmış, kıçlarında rengi atmış partal bir pantolon zibidi gibi dolaşıyorlar. Eskiden, öyle birini görsek eline üç beş kuruş tutuştururduk.’’
‘‘Lisedeyken kasketsiz kravatsız gelsek bizi okula sokmazlardı be Necmi. Üstelik o yıllar fakirlik yıllarıydı. Ama yine de pırıl pırıl giyinirdik. Bunlar paralarıyla rezil oluyorlar.’’
‘‘Ya o kızların hali ne? Gagidikleri çıkmış, ortada kemik torbası gibi dolanıyorlar. Sıska kalabilmek için yemiyorlar, içmiyorlar.’’
‘‘Zavallılar, böyle daha güzel göründüklerini sanıyorlar. Gazeteler de dergiler de, böyle sıska kız resimleriyle dolu. Üstelik çırılçıplak... Hani, gösterecekleri yarım kilocuk etleri olsa canım yanmaz.’’
‘‘Şimdiki dansözlerin hali daha da perişan. Göbek atmaya kalkıyorlar ama, atacakları göbekleri yok.’’
‘‘Pola Morelli'yi hatırlar mısın? Bir göğüs, gerdan, göbek titretirdi, bizim de yüreğimiz titrerdi. Vücudu teleme peyniri gibi bıngıl bıngıldı. Kızarmış ekmek üstüne sür de ye!..’’
‘‘Hele, dansöz Nana'nın kıvırması nasıldı ama... Kızda tandır gibi kalçalar vardı. Biz kıymetini bilemedik, İtalyanlar kızı kapıp götürdülerdi. Haydi o eski günlere içelim Oğuz'cuğum.’’
‘‘Eski günlere Necmi'ciğim.’’
‘‘Pöyf, artık rakılar da zıkkıma döndü. Nerede o şeker gibi eski rakılar?’’
‘‘Bozukluk sadece rakılarda kalsa öp de başına koy. Şu patlıcan salatasına bak, sırf çekirdek!.. Domates mi yiyorum salatalık mı belli değil. Ne kokusu kalmış ne tadı... Basmışlar hormonu, adına da teknoloji demişler.’’
‘‘Aslında teknolojinin geliştiği filan yok. Gelişen hırsızlık. Şimdi, gelişmiş dedikleri teknolojiyle ucube gibi arabalar yapıyorlar, 10 yıl dayanmıyor. Üstelik içine girip çıkarken dörde katlanıyorsun. Otururken dizin burnuna değiyor. Ufacık bir kazada araba kesekağıdı gibi yırtılıyor. Trafik kazalarında bunca insan boşuna mı ölüyor?’’
‘‘Ah aah!.. Benim tank gibi 52 De Soto'yu hatırlar mısın? İstanbul'un eski parke taşı yollarında yıllarca ön takım bile yaptırmadan dolaşmıştım. Acemilik zamanımda bir gece virajı alamayıp duvara çarptımdı. Arabanın sadece tamponu çizildi, ama duvar yıkıldıydı. Paraya sıkışıp satmasaydım belki hálá kullanıyor olacaktım.’’
‘‘De Soto'nun şerefine Oğuz'cuğum.’’
‘‘De Soto, Pleymut, Doç, Pakart, Hudson ve Buik'lerin şerefine Necmi'ciğim.’’
‘‘Hey garson evladım, dışardaki bu patırtı da neyin nesi? Kavga filan mı çıktı?’’
‘‘Yok beyim, Galatasaray Avusturya takımını 3-0 yendi. Millet şenlik yapıyor.’’
‘‘Nee, bizim Galatasaray mı?’’
‘‘Bizim Galatasaray.’’
‘‘Vay demek sadece biz değil, Avusturya da bozulmuş. Avusturya takımına eskiden Vunder Tim derlerdi. Yani, harika takım... Bütün Avrupa'yı sıraya dizmişti. Bizi de yenmişlerdi. Hem de Türkiye'de... Herifler, Cihat gibi kaleciye 30 metreden gol atmışlardı.’’
‘‘Hele, Fener'li bek Ahmet'i hatırlıyor musun? Avrupa'nın en iyi kalecisi Uypeşt'li Toht'a 45 metreden çakmıştı.’’
‘‘Tabii eski futbolcular topa vurdu mu inletirdi. Şimdi 2 metreden kaleye top dürtemiyorlar.’’
‘‘Zaten ne futbol kaldı, ne futbolcu. Trilyonları alınca hepsi nane-molla kesiliyor. Azıcık dokununca çimenlere yatıp yarım saat kalkmıyorlar.’’
‘‘Şeref Stadı'nın toprak zeminini hatırlıyor musun? Yağmur suyu kuruyunca beton gibi olurdu. Yere düşen futbolcunun kemik sesi taa tribünden duyulurdu. Ama o zamanın futbolcuları böyle kırığa çıkığa filan aldırmazlardı. Hele Beşiktaş'lı santrfor Kemal, bir Fener maçında tekme yumruk dinlemeden bütün savunmayı geçmişti. Kaleci Cihat, bek Murat ve Kasap Halil oğlanın beline, bacağına sarılmışlardı. Kemal de hepsini sürüye sürükleye topla birlikte kaleye sokmuştu.’’
‘‘Sen Beşiktaş'lısın galiba?’’
‘‘Beşiktaş'lıyım ama, eski Beşiktaş'ı tutardım. Şimdiki Beşiktaş'ın tutulacak yeri mi kaldı? Çadır tiyatrosuna döndü. Almanya'dan telefonla takım yöneten antrenörler, aşk-meşk kavgaları, ıskartaya çıkmış yabancı futbolcu çöplüğü!..’’
‘‘Fener'in Beşiktaş'a 4 tane attığı maçı hatırlıyor musun? Hem de kendi mahallesinde, Şeref Stadı'nda... Maçtan sonra kaptan Baba Hakkı, bütün Beşiktaş takımını sahada tek tek yakalayıp dövmüştü. Bir tek Şükrü Gülesin'i yakalayamamıştı. Sol açık Şükrü de tazı gibi koşardı hani...’’
‘‘Sen Fener'lisin galiba.’’
‘‘Artık değilim. Fener, Ali Şen gibilerin aşireti haline geldikten sonra takım tutmaktan vazgeçtim. Neydi o eski Fener?.. Kalede Cihat, bekler Murat ve Ahmet, haflar Selahattin, Samim, Mehmet Ali, forvet Küçük Fikret, Erol, Suphi, Lefter ve Halit...’’
‘‘Haydi Baba Hakkı'nın rahmetine içelim.’’
‘‘Cihat'ın ve Baba Gündüz'ün de rahmetine.’’
‘‘Halit dedin de aklıma geldi. Senin Fener'li Halit Deringör Cumhuriyet'te çok güzel futbol yazıları yazıyor.’’
‘‘Tabii, eskilerin şimdikiler gibi kara cümlesi noksan değildi. Artık okuma-yazmayı sökütmüş herkes köşe yazarı oldu. Kimi kedisini anlatıyor, kimi karısını... Kimi de iç çamaşırlarını!..’’
‘‘İyi ki Yusuf Ziya, Peyami Safa, Doğan Nadi, Ertuğrul Şevket, Şükrü Baban gibi köşe yazarları öldüler de bugünleri görmediler.’’
‘‘Haydi eski yazarlara içelim.’’
‘‘Son Telgraf'a, Vatan'a, Gece Postası'na, Yeni Sabah'a Necmi'ciğim.’’
*
Necmi saatine baktı, sonra hesabı istedi.
‘‘Yarın benim erken kalkmam gerek. İstersen seni de evine bırakayım.’’ dedi.
‘‘Herhalde bunca rakıdan sonra araba kullanmayı düşünmüyorsun.’’
‘‘Yok canım, bizi şoför götürecek.’’ dedi ve kıç cebinden bir cep telefonu çıkarıp bir tuşa bastı. Oraya basınca telefon otomatik olarak şoförünün cep telefonunu arıyormuş. Cep telefonlu şoför, meyhanenin kapısına geldi. Yolda bozulan ahlak üzerine biraz daha sohbet ettik. Çünkü, sokaklar el ele ve sarmaş dolaş yürüyen genç çiftlerle doluydu. İnanmayacaksınız ama, sokakta öpüşenleri bile vardı.
Eski rakılar cana can katardı. İki kadehten sonra adam kendini Koca Yusuf pehlivan sanırdı. Ama bu zamane rakıları insanın bütün enerjisini emiyor, hal mecal bırakmıyor. Zaten, İstanbul'un ıslak sıcağı da sırtıma binmiş, soluk alacak derman bırakmamış. Canımı asansöre dar attım. Asansör, vızzt dedi, beni altıncı kattaki daireme çıkardı. Eve girer girmez klimayı açtım. Odaya bir ilkbahar serinliği doldu. Erbabı bilir, rakının üstüne tatlı yenir. Buzdolabını açıp dondurmanın içine biraz çilek doğradım. Çilek mevsimi değil ama, deep-freeze (derin dondurucuya) biraz çilek atmıştım. Çilekli dondurmamı kaşıklarken kızım Amerika'dan aradı. Çok sevindim. Tam üç gündür görüşmemiştik. Torunum Aliyeska gittiği bale kursunda pa dö şa yapmayı öğrenmiş miydi? Noyan'ın okulu ne zaman açılacaktı? Merak içindeydim. Sonra dondurmam elimde koltuğa kurulup televizyonu açtım. CNN'deki haberlerle BBC'deki sanat programlarına biraz bakındım. Telefonu açıp maaşımın bankadaki hesabıma yatıp yatmadığını öğrendim. Bankalar gecenin bu saatinde bile otomatik bilgi veriyorlar artık. Maaşımızı 2-3 ay geç aldığımız, idare müdürü sobamıza odun vermediği için paltoyla çalıştığımız veya merdivenlerin korkuluklarını yaktığımız o günler aklıma geldi.
Sonra bilgisayarın başına geçip bu yazıyı yazdım ve bir iki tuşa basıp yazıyı 30 kilometre ötedeki gazeteye postaladım. Sonra telefonla Necmi'yi aradım.
‘‘Sobada çıtırdayan odun sesini ve kokusunu özledim be Necmi’’ dedim.
Paylaş